23 Nisan 2015 Perşembe

Yurttaş Kane


1941 yapımı “Yurttaş Kane”, sinema eleştirmenlerince yapılan “bütün zamanların en iyi on filmi” listelerinde ya birinci ya ikinci sırada kendine yer bulur. Peki, bu filmi bu kadar “iyi” yapan nedir?

Filmle ilgili çok sayıda yerli yabancı eleştirmenin yazdıklarını okudum. Bir buçuk saatlik bir belgesel seyrettim. Böylesine bir paye ile anılan bir filmle ilgili söylenmiş çok fazla şey var elbette. Ancak her ne kadar gök kubbe altında söylenmemiş söz olmadığı söylense de filmle ilgili bazı orijinal perspektifler yakaladığımı düşünüyorum.

Filmin hikâyesi, dünyanın en güçlü ve zengin adamlarından birisinin ölürken söylediği son kelime olan “rosebud”ın ne anlamına geldiğinin araştırılması üzerine kuruludur. Bir gazeteci, ölen büyük iş adamı ile yolları kesişmiş kimselerle röportaj yaparak son kelimesinin anlamını araştırırken seyirci de bu garip adamı, çevresindeki birçok farklı kişinin gözünden tanıma imkânı bulur.

Film daha önce görülmemiş çekim yöntemleri, denenmemiş kamera açıları, riskli ışıklandırma teknikleri ve Welles’in radyoculuk tecrübelerinden taşıdığı üst üste binen konuşmalar gibi alışılmamış ses kullanımları ile öne çıkar. Daha ilk sahnede kamera, “girilmez” yazılı tabeladan başlayarak uzun bir yolculukla seyirciyi “girilmez” olana, yani Charles Foster Kane’in hayatına, sarayına, kafasının içine, ölüm döşeğine götürür.

Kasvetli bir gece vakti, Kane’in son nefesini verdiği süslü odanın önce penceresini görürüz. Penceredeki fersiz ışık bir anda sönüverir: Kane ölmüştür. Ama bir iki saniye sonra ışık tekrar yanar: Hayat devam etmektedir.

Son nefesinde "rosebud" kelimesini fısıldayarak ölen Kane’in elinde tuttuğu cam kar küresi düşer ve paramparça olur. Bir süreliğine dünyayı kırılan camın merceğinden seyrederiz. Hemşire sükûnetle gelir, ölen adamın kollarını birleştirip örtüsünü başına çeker. Dünyanın en zengin, en kudretli adamının ölümünün de diğerlerinden bir farkı yoktur.

Amerikalı


Filmin Orson Welles ve Herman J. Mankiewicz’in beraber yazdığı Oskarlı senaryosunun orjinal başlığı “Amerikalı”dır. Filmde çok kuvvetli ama ustaca gizlenmiş bir Amerika ve kapitalizm eleştirisi vardır. Daha ilk karelerde Kane’in komünist olduğunu iddia edenlerle beraber faşist olduğunu iddia edenleri de işitiriz. Kane için “demokrasinin hamisi”, “vatansever”, “liberal”, “demokrat”, “pasifist”, “savaş kışkırtıcısı”, “hain”, “idealist” gibi tanımlamalar duyarız. Kane’in işçi hareketlerine destek olduğu sahneler de görürüz, Nazilerle beraber olduğu sahneler de. Ama Kane’in ne olduğunu bizzat kendi ağzından işitiriz:

“Ben bir Amerikalıyım ve hep Amerikalı oldum.”


Orson Welles

Sinema tarihinin en meşhur filminin yapımcısı olan 1915 doğumlu Orson Welles bu hem yazıp, hem yönetip hem de başrolünü oynadığı bu filmi çektiğinde henüz 25 yaşındadır. Dâhilerde görülen hususiyetler onda da müşahede edilir: İki yaşında konuşmayı, üç yaşında okumayı öğrenmiştir. Beş yaşında Şekspir’in oyunlarını baştan sona ezberler. Dokuz yaşında babasıyla çıktığı gezide dünyanın dörtte üçünü dolaşır. Ünlü sihirbaz Houdini’den illüzyonistlik dersleri alır. Zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Babası icat ettiği bir bisiklet lambasıyla servet kazanmış bir mucit, annesi bir piyanisttir. Welles daha dört yaşındayken babası bir alkolik olur, çalışmayı bırakır ve annesinden ayrılır. Welles ona bir şeyi yapamayacağını söyleyen, giriştiği her hangi bir işte cesaretini kıran tek bir kişi olmadan yetiştiğini anlatır. Deha, önünde bir engel olmayınca serpilip genişler. On yaşındayken Welles usta bir ressam haline gelir. On sekiz yaşında hocasıyla beraber Şekspir’in tüm oyunlarını bir araya toplayan bir okul kitabı hazırlar. Resimlerini de Welles’in yaptığı kitap doksan bin adet satar. Annesini dokuz, babasını on beş yaşındayken kaybeder.
On dokuz yaşında radyoda program yapmaya başlayan Welles, yirmi üç yaşındayken meşhur İngiliz bilim kurgu yazarı H.G. Wells’in “Dünyaların Savaşı” isimli hikâyesini, sanki bir haber bülteniymiş gibi seslendirince okuduklarını gerçek sanan halk arasında bir paniğe sebep olur. Trafik kilitlenir, şehir birbirine girer, hatta bir kadın Marslıların tecavüzüne uğramamak için intihar etmeye kalkar.

“Yurttaş Kane” filminin bir sahnesinde Welles bu hadiseye ince bir gönderme yaparak “radyoda duyduklarınıza inanmayın” diyecektir.

Bu film, Welles’in ilk ciddi uzun metrajlı film tecrübesidir ve Welles bu işe giriştiğinde film çekmek hakkında ne teorik ne pratik bilgiye sahiptir. Her şeyi çok kısa süre içinde öğrenir ve uygular.


News on the March

Filmde, o devrin muktedirlerin çoğu kez faşizan fikirleri için bir endoktrinasyon vasıtası haline getirdikleri otuzlu kırklı yılların sinemasından izler yakalamak çok kolaydır. Güçlü, otoriter, davudi bir ses, haberleri seyircinin kafasına çakar gibi okur. Haberler “marş!” komutu eşliğinde yürüyüşe geçen disiplinli askerler gibi birbiri ardından sökün eder. Seyirciye dinleyip inanmak ve itaat etmekten başka şans tanımayan nobran bir üsluptur bu. Kane’in kitlelerin hem fikirlerini hem hislerini manipüle etmek için kullandığı aracın, onun ölümünü ilan ederken kullanılması ince bir ironi taşır. Ölen büyük patronun ardından hazırlanan görüntülerde onun birbiriyle ters düşen hallerini görürüz. Önce adeta ışık saçan, müthiş özgüvenli, herşeyi yapabileceği intibaı veren bir genç, sonra dizlerinde battaniyesi, tekerlekli sandalyede sürülüp götürülen biçare bir ihtiyar görürüz. Aslında bu görüntüler, geçtiğimiz asrın en büyük zenginlerinden, silah tüccarı, sayısız şirketler, gazeteler sahibi Sör Basil Zaharoff’un 85 yaşındayken çekilmiş görüntülerine bir göndermedir.


Sör Basil Zaharoff

Sinemaseverlerin, eleştirmenlerin değerlendirmelerinde her ne kadar filmin William Randolph Hearst’ün hayatını anlattığı yaygın bir şekilde ifade edilse de aslında Sör Basil Zaharoff’un da tasvir edilen karaktere aynı derecede benzediği gözden kaçmamalıdır. Sör Basil Zaharoff aslında bir Osmanlı vatandaşıdır. 1849 Muğla doğumlu bir Rum’dur. Bizim kayıtlarımıza göre adı Vasil Zaharyas’dır. 1913’te Fransız vatandaşlığına geçmiş, 1914’te Fransızların Legion d'Honneur nişanını, 1918’de İngilizlerden şövalyelik ve baron unvanını almış, 1936’da, yani filmden dört-beş sene önce Monte Carlo’da inanılmaz bir servetin sahibi olarak ölmüştür. Birinci dünya savaşı sırasında servetini zirveye taşımış bir silah tüccarıdır. Aynı Kane gibi savaşların başlama bitişinde rol oynamış, satın aldığı gazete ve basın ajanslarıyla her türlü manipülasyonu yapmıştır. İşte bu “muktedir” silah tüccarı, tıpkı diğer faniler gibi ölürken geriye hem güçlü zamanlarının hem de ölümü bekleyen titrek bir ihtiyara dönüştüğü son günlerinin görüntülerini bırakmıştır.


Xanadu


Filmde çok önemli bir sembol olan Kane’in sarayı Xanadu uzun uzun anlatılır. Aslında “Xanadu” batı zihin dünyasına Venedikli seyyah Marco Polo’nun 1275 civarındaki ziyaretinden sonra girmiştir. Xanadu, Cengiz’in torunlarından Kubilay Han’ın Çin’de kurduğu Yuan Hanedanlığının başkentidir. Oryantalist bakışın bir peri masalı mekânına çevirdiği bu şehir, dünyada elde edilebilecek zenginliğin, lüksün, şatafatın, maddi refahın zirvesi olarak sembolleşmiştir. Dünyanın en zengin adamlarından biri olan Kane de, elleriyle inşa ettiği “dünya cennetine” bu çağrışımlarla Xanadu ismini verir. Xanadu aslında William Randolph Hearst’ün “Hearst Castle” ismini verdiği ihtişamlı saraya doğrudan bir göndermedir. Bu 97000 kilometrekare üzerine kurulmuş sarayda, paranın alabileceği ne varsa yerini bulmuştur. Sadece kullanılan malzeme pahalı değildir; sarayın içi kıymetli sanat eserleriyle, nadir kitaplarla, tablolarla, heykellerle doldurulmuştur. Sarayın çevresinde oyun alanları, parklar, bahçeler, çiftlikler hatta devasa bir hayvanat bahçesi inşa edilmiştir.


William Randolph Hearst


Hearst, tıpkı Basil Zaharoff gibi Yurttaş Kane filmine ilham kaynağı olmuş, zamanının en büyük zenginlerinden ve medya patronlarından birisidir. Altın madeni sahibi ve senatörü bir babanın tek oğludur. Tıpkı Kane gibi Harvard Üniversitesi'e gidip yarım bırakır. Filmde “Inquirer” ismiyle gösterilen gazetenin Hearst’ın hayatındaki karşılığı “Examiner” isimli gazetedir. 1895'te New York’ta yayınlanan Morning Journal'ı satın alan Hearst hızla bir medya imparatorluğu kurmaya başlar. Bu bol resimli, bol sansayonel haberli “gazete”, bir süre sonra bir kuruşa (1 cent) satılmaya başlanacak ve adeta “boyalı basın” tabirine muhteva kazandıracaktır. 1925 senesinde Hearst’ın medya imparatorluğu Amerikanın her tarafını ele geçirmiş duruma gelir. Hearst’e ait 40 gazete ve derginin toplam tirajı iki milyon civarındadır.
Filmde Kane sevdiği kadın için bir opera binası inşa ettirir. Hearst 30 sene boyunca birlikte yaşadığı sinema oyuncusu Marion Davies'in başrolü oynadığı filmler çektirir. Aslında bir komedyen olarak fena olmayan Davies’in gayet eğreti durduğu tarihi filmlerde oynaması için sinemacılara baskı yapar. Gazeteleriyle de müthiş bir medya desteği sağlar.

1900’lerin başlarında birkaç senelik siyaset tecrübesi de yaşayan Hearts, filmde gösterildiği gibi hiçbir zaman birinci adam olarak ön plana çıkamaz. 1905 yılında New York Belediye Başkanlığı, 1906 yılında New York Valiliği seçimlerini küçük farklarla kaybeder. 1909’da yeniden başkan olmak istediği New York belediye başkanlığı seçiminde ağır bir yenilgi alır. Bu arada “Bağımsızlık Partisi” adı altında bir parti de kurar ama siyasetin en azından görünen yüzünde, diğer alanlarda elde ettiği başarıyı elde edemez.


Sonsuz Bir Sahip Olma Hırsı Olarak Kapitalizm

Filmi anlamak için gerekli arka plan bilgilerini verdiğimize göre filmin mesajı hakkındaki görüşlerimize geçebiliriz.

Kane henüz küçük, masum bir çocukken, büyük bir zenginliğe kavuştuğu halde kendisini iyi yetiştiremeyeceğini düşünen annesi tarafından Amerikalı bankerlere teslim edilir. Bankerler hem onun yetiştirilmesini sağlayacak, hem de o reşit olup ipleri eline alana kadar parasını idare edeceklerdir.

Annesinin kötülüğünden emin olduğu ve filimde çok az yer bulan silik karakterli babanın “oğlumu bir bankaya vermek istemiyorum” repliği dikkat çekicidir.

Kendisi için yapılan planları, karlı bir kış günü kızağıyla –ve hayali arkadaşlarıyla- oynarken öğrenen küçük Kane, ailesinden kopartılması anlamına gelen karara isyan eder ve elindeki kızakla onu almaya gelen bankacıya vurmaya çalışır. Kızağının üzerinde yazan kelime, “rosebud” yahut “gonca”, onun çocukluk masumiyetine, annesine ve babasına duyduğu hasretin, bankacılara duyduğu nefretin simgesi ve ölürken dudaklarından dökülen son kelime olacaktır.

Bankacının çocuğu götürmesinin ardından yavaş yavaş yağan karların altında gözden kaybolan kızağı uzun uzun gösterir Welles.

Kane bankacıların elinde bir kapitalist canavara dönüşür. Yeryüzündeki her şeye sahip olmak isteyen, asla doymak bilmeyen çılgın bir adam olmuştur. İnsanların kıymet verip peşinde koştukları her şeye kolayca sahip olur. Hatta onları biriktirmeye başlar. Harvard, Yale, Princeton, Cornell gibi muteber üniversitelerin hepsine gider ama hepsini de yarım bırakır. Gördüğü her elmadan bir ısırık alıp bırakan maymun iştahlı birisidir. Dünyanın en zengin altıncı kişisidir. Artık para, mal, mülk onun için bir ısırık alınıp bırakılmış bir elmadan farklı değildir onun için. Parasının kontrolünü eline alınca bankerlere sahip olduğu altın madenleriyle, petrol kuyularıyla, emlakle, gemilerle ilgilenmediğini, sahip oldukları arasında sadece “Inquirer” isimli New York gazetesinin ilgisinin çektiğini söyler. Bu isteğinin ardında biraz kendisinin çocuk masumiyetini yok eden bankerlerden intikam isteği vardır. Gazetenin zarar etmesine aldırmadan bankalarla, hatta kendi sahibi olduğu finans şirketleriyle sıkı irtibatları olan dev bir ulaşım tröstüne hücum eder ve batırır. Bankerlere karşı hislerini onu yetiştiren bankacı Thatcher’in adamı Bernstein ile konuşmasından anlayabiliriz:
- Biliyormusunuz Bay Bernstein, çok zengin olmasaydım büyük bir adam olabilirdim! - Öyle olduğunuzu düşünmüyor musunuz? - Bu şartlar altında fena sayılmam diye düşünüyorum. - Peki, ne olmak isterdiniz? - Sizin nefret ettiğiniz her şey.
Kane araziler, eşyalar, şirketler gibi şeylere sahip olduktan sonra kıymetli taşların, sanat eserlerinin tabloların, heykellerin koleksiyonunu yapmaya başlar. Doymaz. Hayvanları toplamaya başlar. Dev bir hayvanat bahçesi kurar. Yetmez. Bu kez insanları satın almaya başlar. Şu diyalog bunu çarpıcı şekilde vurgular:
Lealand: Dünyanın en büyük elması mı? Charlie’nin elmas topladığını bilmiyordum!
Bernstein: Toplamıyor zaten. O elmas toplayan kişi topluyor. Neticede tek topladığı şey heykeller değil!
Fakat Kane’in açlığı geçmek bilmemektedir. Bu kez önce insanların fikirlerini sonra da hislerini mülklerine dâhil etme hevesine kapılır. Aldığı gazeteler, dergiler ile kamuoyunu yönlendirir. İnsanların sevgisini elde etmek için her türlü popülizmi yapar. Aslında uymayacağı yayıncılık ilkeleri yayınlayarak halka hep onların tarafında olacağına dair sözler verir. Nihayet sadece okurlarının değil, tüm seçmenlerin sevgisini elde etmek için siyasete soyunur.


Kane’in mülk edinme hırsı öyle bir noktaya varmıştır ki onun için sözler, ittifaklar, sözleşmeler, ilkeler sadece yeni bir sahiplenme çabası kapsamında anlamını kazanır ve kaybeder. Bu arada filmin içine ustaca yerleştirilmiş kısacık bir sahnede Kane masadır ve hırsla yemek yemektedir. Çevresinde onun vaziyetini kavrayan ve ona acıyan tek gerçek dostu Lealand Kane’e, “hala yiyor musun” diye sorar. Kane “hala açım” diye cevap verir. Aynı Lealand ölümünün ardından kendine röportaj için gelen gazeteciye şu sözleri söyler:
- Zannetmem ki yaşamış herhangi bir kimsenin onunki kadar çok fikri olmuş olsun. Ama o Charlie Kane’den başka hiçbir şeye inanmadı. Hayatı boyunca Charlie Kane’den başka hiçbir inancı olmadı. Sanırım bir inancı olmadan da öldü. Bu çok nahoş bir şey. Tabi pek çoğumuz bu dünyadan ölüm hakkında bir inancımız olmadan çekip gidiyoruz fakat en azından neyi bırakıp gittiğimizi biliyoruz.


Eğer tüm istediğin para ise…

Kane’in muhasebe müdürü Bernstein, bir yerde para kazanmayla ilgili şu müthiş değerlendirmeyi yapar:
- Eğer tüm istediğin para ise para kazanmada bir numara yoktur!
Bu söz, kapitalist sistemin formatladığı beyinlerimizde bir karşılık taşımayabilir ama Kuran-ı Kerim’de aynı istikamette birçok ayet vardır. Birkaç tane örnek verelim:
Kim yalnız dünya hayatını ve onun ziynetini isterse, biz onlara yaptıklarının karşılığını orada tastamam öderiz. Orada onlar bir eksikliğe uğratılmazlar. İşte onlar, kendileri için ahirette ateşten başka bir şey olmayan kimselerdir. (Dünyada) yaptıkları şeyler, orada boşa gitmiştir. Zaten bütün yapmakta oldukları da boş şeylerdir.
Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda karşılıklı bir övünme, çok mal ve evlat sahibi olma yarışından ibarettir. (Nihayet hepsi yok olur gider). Tıpkı şöyle: Bir yağmur ki, bitirdiği bitki çiftçilerin hoşuna gider. Sonra kurumaya yüz tutar da sen onu sararmış olarak görürsün. Sonra da çer çöp olur. Ahirette ise (dünyadaki amele göre ya) çetin bir azap ve(ya) Allah'ın mağfiret ve rızası vardır. Dünya hayatı, aldanış metaından başka bir şey değildir.
Çoklukla övünmek sizi, kabirlere varıncaya (ölünceye) kadar oyaladı. Hayır; ileride bileceksiniz! Hayır, Hayır! İleride bileceksiniz! Hayır, kesin olarak bir bilseniz... Ant olsun, o cehennemi muhakkak göreceksiniz. Yine ant olsun, onu gözünüzle kesin olarak göreceksiniz. Sonra o gün, nimetlerden mutlaka hesaba çekileceksiniz.

Filmin sonunda, ölen büyük zenginin son sözü olan rosebud’ın, yani çocukluk günlerinin masumiyetini, belki de o günlere duyduğu hasreti sembolize eden kızağının diğer işe yaramaz eşyalarla birlikte ateşe atılıp yakıldığını görürüz. Kane’in “en kıymetlisi” zaten deposunda bulunan kızaktır ve o da ölümün ardından toza dumana dönüşecektir. Dünya ve yaşarken peşinde koştuğumuz her türlü maddi zenginlik bir aldanıştan ibarettir. Bizden geriye kalacak olan neye sahip olduğumuz değil, nasıl ve ne uğrunda bir hayatı sürdürdüğümüz olacaktır.


Hayri İrdal’ın Baldızı ve Charles Kane’in Şarkıcı Eşi

Kane o kadar güçlüdür ki dünyayı istediği gibi değiştiremediği noktada kendi alternatif dünyasını yaratmaya girişir. Uğruna siyasi heveslerini toprağa gömdüğü bed sesli sevgilisi ve sonradan eşi Suzan Alexander Kane’in mevcut sahnelerde şarkı söylemesi mümkün olmayınca onun için kocaman bir opera binası inşa ettirir. Gazetelerinde yürüttüğü propaganda ile kamuoyuna karısının büyük bir sanatçı olduğunu kabul ettirmeye çalışır. İnsanların algısını bile satın alabileceğini düşünmektedir.

Burada anlatılana çok benzer bir motife Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” romanında rastlarız. Romanda Kane karakterinin karşılığı Halit Ayarcı, bed sesli şarkıcı Suzan Alexander Kane’nin karşılığı Halit Ayarcı’nın adamı Hayri İrdal’ın şöhret meraklısı büyük baldızıdır.

Tanpınar’ın romanının yayınlanma tarihi 1961. Yani filmden yirmi sene sonra. Tanpınar’ın romanında kullandığı bu güzel mazmunu, “Yurttaş Kane” filminden aldığı bir ilhamla oluşturmuş olması mümkündür. Tabi Tanpınar mazmuna kendi damgasını vurmuş, ona daha da derinlikli bir muhteva kazandırarak, renkli bir anlatımla okuyucusuna sunmuştur.


Mustafa Kutlu’nun Bu Böyledir Dediği, Suzan Alexander Kane’in Yapbozları mıdır?


Kane’in kifayetsiz muhteris sevgilisi nihayet şarkı söylemekten vazgeçer ve Kane’in şatafatlı sarayında kocaman yapbozlarla oynayarak vakit geçirmeye başlar. Öyle ki mütemadiyen birbiri ardına yeni yapbozlar yaparken görürüz onu. Sürekli eksik parçaları bularak resmi tamamlamak için uğraşmakta, fakat o resim bitince bambaşka bir resmi yapmaya başlamaktadır.

Filmdeki yapbozlar, hayatımızda hevesle peşinde koştuğumuz, yakaladığımızda mutluluğu elde edeceğimizi sandığımız maddi hedefleri sembolize eder. Şu okulu bitirsek, askerliği bir atlatsak, o devlet dairesine bir kapak atsak, sevdiğimizle bir evlenebilsek, o arabayı altımıza bir çeksek, evin borcunu bir bitirsek her şey mükemmel olacak gibi gelir. Hedefimiz bize hep yapbozun bir türlü bulamadığımız kayıp parçası gibi gelir. Hâlbuki bir yapboz tamamlanınca bir başkasına başlarız ve bu sefer yeni yapbozun o son parçasının peşine düşeriz. Mutluluğumuzu hep elimizdeki son yapbozun bir türlü ele geçmez son parçasında ararız.

Zamanımızın yaşayan en önemli hikâyecilerinden Mustafa Kutlu’nun “Bu Böyledir” isimli harikulade bir eseri vardır. Suzan Alexander Kane’in bitirdikçe yenisi ortaya gelen yapbozları ile onun bu müthiş “kafkaesque” hikâyesi arasında paralellikler kurmak mümkündür.

Hikâyenin kahramanı Süleyman eşi ve kızı ile birlikte lunaparka gider. Bir süre eğlenirler. Gece saat 11’e yaklaşırken evlerine gitmeye karar verirler. Fakat lunaparkın çıkışını bir türlü bulamazlar. Bu arada eğlence peşinde kendinden geçmiş kalabalıkların ortasında kalıp sürüklenirler. Kimsenin gitmek gibi bir niyeti yoktur. Hatta diğer insanlar onlara eğlenceyi bozdukları için kızmaktadırlar. Çıkışı sordukları kimsecikler parkın çıkışını bulamamaktadır. İşin garibi saat de hiç ilerlememektedir. Netice de Süleyman ve ailesinin lunapark sefası bir kâbusa dönüşür.

Suzan Alexander Kane’nin yapbozları gibi, Kutlu’nun lunapark eğlenceleri de bir oyun ve oyalanmadan ibaret dünya hayatını simgeler. Bunlar bizim için geçici eğlenceler, oyalanmalar üretebilirler ama “gerçek” değildirler. Ölüm bütün bu sahteliklerin dumanını savurup yok eder.
İçimizdeki “boşluğu” dolduracak olan, son yapboz parçası ya da başka bir lunapark eğlencesi değildir.


Bediüzzaman’ın Bahsettiği Kabir Aynalarını Xanadu’da Görmek


Filmde karısının Kane’i terkettiği ve Kane’in öfkeyle herşeyi kırıp döktüğü sahnenin hemen akabinde yine sembolik değeri çok büyük bir sahne yerleştirilmiştir. Çalışanlarının endişeli ve korkulu bakışları arasında odadan çıkan Kane, sarayının şatafatlı holünde yürürken her iki tarafına birbirlerine bakan dev aynalar yerleştirilmiş bir yerden geçer. Aynalar birbirlerini yansıttıklarından, bir sonsuzluk illüzyonu oluşturmaktadırlar. Aynalarda Kane’in sonsuza dek çoğalan yansımalarını görürüz ama o dönüp bakmaz bile…

Başına gelen musibet, nihayetsiz hayat ve iktidar ilüzyonunu paramparça etmiştir.

Çok benzer bir hayali sahneye Bediüzzaman Said Nursi’nin Lem’alar isimli eserinde rastlarız:

Ey dünyaperest insan! Çok geniş tasavvur ettiğin senin dünyan, dar bir kabir hükmündedir. Fakat o dar kabir gibi menzilin duvarları şişeden olduğu için, birbiri içinde in’ikâs edip, göz görünceye kadar genişliyor. Kabir gibi darken, bir şehir kadar geniş görünür. Çünkü o dünyanın sağ duvarı olan geçmiş zaman ve sol duvarı olan gelecek zaman, ikisi mâdum ve gayr-ı mevcut oldukları halde, birbiri içinde in’ikâs edip gayet kısa ve dar olan hazır zamanın kanatlarını açarlar. Hakikat hayale karışır; mâdum bir dünyayı mevcut zannedersin.
Nasıl bir hat, sürat-i hareketle bir satıh gibi geniş görünürken, hakikat-i vücudu ince bir hat olduğu gibi, senin de dünyan hakikatçe dar, fakat senin gaflet ve vehim ve hayalinle duvarları çok genişlemiş. O dar dünyada, bir musibetin tahrikiyle kımıldansan, başını, çok uzak zannettiğin duvara çarparsın. Başındaki hayali uçurur, uykunu kaçırır. O vakit görürsün ki, o geniş dünyan kabirden daha dar, köprüden daha müsaadesiz. Senin zamanın ve ömrün, berkten daha çabuk geçer; hayatın, çaydan daha süratli akar.
Madem dünya hayatı ve cismânî yaşayış ve hayvânî hayat böyledir. Hayvâniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun. İşte o âlemin anahtarı, marifetullah ve vahdâniyet sırlarını ifade eden Lâ ilâhe illâllah kelime-i kudsiyesiyle kalbi söylettirmek, ruhu işlettirmektir.
Said Nursi - Lem’alar (s. 140)


Kolleksiyoncu Karga: Kapitalist Amerika


Filmin sonlarına doğru Kane, işine yarar yaramaz ne bulursa çalıp toplayan kargalara benzetilir.

Ölümünün ardından eşyalarının envanterinin çıkartıldığı sahne müthiştir. Gerçekten hayatı boyunca biriktirdiği eşyaların kimisinin kutuları bile açılmamıştır, kimisi kıymetsiz çöplerdir. Kamera, ölen Kane’in sandık sandık malları üzerinden uçarak geçerken Manhattan’ın gökdelenleri üzerinde uçar gibi oluruz. Verilen mesaj açıktır:

Doymak bilmez, koleksiyoncu karga Amerika’dır. Onun hem herkesin gözlerini kamaştıran hem de çöpten başka bir şey olmayan hazinesi, dünyanın geri kalanının maddi ve entelektüel hazinesinin yağmalanıp yığıldığı, parlak şehirleridir.

Nihayet son sahnede, Kane’in son sözü olan “rosebud”ın, yani yapbozdaki kayıp parçanın, yani kızağının, diğer çöplerle birlikte devasa bir fırına atılıp yakıldığını görürüz. Her şeye sahip olan Kane, kızağını da bulup ambarına yerleştirmiş ama içindeki boşluğu giderememiştir. Bu denli zengin bir adamın onu tatmin etmekten uzak son arzusunun da nasıl dumanlara karışarak yok olduğunu görürüz.

Geri kalanlar işlerini bitirmek için acele etmektedirler. Dünya dönmekte, hayat devam etmektedir. İçlerinden birisinin “haydi millet, treni kaçıracağız” repliği çok şairane bir sonu işaret eder. Çünkü insanların hep peşinde koşacakları, kaçırmamak için çırpınacakları bir trenleri olacaktır…

Twitter: @salihcenap

Hiç yorum yok: