7 Haziran 2013 Cuma

Twitter'a "bela" mı dediniz? Daha hiç bir şey görmediniz...



Müthiş bir teknoloji devrimi yaşıyoruz. Gelişen teknoloji hayat tarzımızı baştan aşağı hem de hızlıca değiştiriyor. Eski kuşak değişime ayak uydurmak şöyle dursun, değişimin mahiyetini bile kavramakta zorlanıyor. 

Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan da kitlelerin hislerine tercüman olmaktaki ispatlanmış ustalığına rağmen maalesef bu sefer işin mahiyetini kavramakta zorlananlar arasında yerini alıyor. Teknoloji konusuna alabildiğine uzak. Sanki ileri teknoloji mevhumu, gündemine ciddi surette ancak belediye başkanı olduktan sonra, o da mecburen, girmiş gibi görünüyor. Yeni teknolojinin kullanıcısı ya da meraklısı değil. Demirel, Erbakan, Özal çizgisinden alışık olduğumuz "mühendis kökenli" başbakanlardan olmaması bunda ciddi rol oynuyor olabilir. Teknolojinin önemini ve hayatımızda yeni mevziler kazanarak yayılmasını, kazandığı önemi kavrayabiliyor ama hepsi o kadar. "Hizmet için teknoloji gerekiyorsa parası neyse verirsin, teknisyenler, mühendisler gelir yaparlar" düşüncesinde. 

Başbakana bu hadiseler çıkmadan çok önce twitter'ı neden kullanmadığı sorulduğunda "orada hakara makara yaparlar" demişti. Bunun üzerine "#hakaramakara" trending topic olmuş, Erdoğan'ın ne olup bittiğinden o zaman da doğru düzgün haberi olmamıştı. Çok partili dönemde hiçbir başbakana nasib olmayan gücüne rağmen kontrol edemediği sosyal medya platformundan nihayet "twitter denen bir bela var" diye bahsetmesi aczini ilandan başka bir şey değildi. 

Sosyal medya aslında "z kuşağı" olarak adlandırılan, internetin yetiştİrdiği çocuklar denilen bir neslin medyası. Bu nesli teşkil edenler, 2000 sonrası doğanlar sayılsa da bence tüm 90 doğumlular da bu kategoride ele alınmalı. Bugün sokaklardaki hareketin bel kemiğini bu nesil oluşturuyor. Sosyal medyanın asıl etkilerini bu çocuklar büyüdükçe daha çok hissedeceğiz. İnsanların sosyalleştiği kahve, cami, ev gezmesi, lokal, bar, stadyum gibi mekânlar bu neslin hayatında yerlerini sanal karşılıklarına bırakıyorlar. Yepyeni ve geleneksel karşılıKlarından çok daha müessir, sanal sosyalleşme mekanları doğuyor. Bu sanal mekanlar maalesef son derece sağlıksız bir iletişim bataklığı oluşturuyor. Bu zemini sağlıksız diye tavsif etmemin sebepleri şunlar:

İnsanlar, başta göz teması, ve ses tonu olmak üzere iletişime geçtikleri kişi hakkında kendilerine fikir verecek bir çok yardımcı unsurdan mahrumlar. 

Geleneksel iletişimde konuşmanın vuku bulduğu paylaşılan mekan olgusu yeni ortamlarda mevcut değil. Taksim'den mesaj atan birine diğeri Amerika'dan anında cevap veriyor. 

Sosyalleşilen kişilerin belirsizliği hem istismara hem iletişim kazalarına sebep oluyor. Eskiden asker-polis telsizini dinleyerek güvenlik güçlerinin hareketlerini önceden öğrenmeye çalışılırdı. Şimdi herkes herkesi dinleyebiliyor, dahası kimliği belirsiz olduğundan manipüle de edebiliyor. Mesela bir eylemci, mesajlarını polis ve savcıların da okuyacağını düşünemeyebiliyor ya da filanca sokakta toplanıyoruz mesajının aslında polis tarafından atılmış olabileceğini fark edemeyebiliyor. 

Geleneksel sosyalleşme ortamlarında o an konuşmayan kişilerin de bir ağırlığı, ortam üzerinde bir tesiri vardır. Mesela büyüklerin, hocaların, anne babaların olduğu bir ortamda, küçükler ağız dalaşı yapmaz, küfürleşmez. Ama sosyal medyada bu tür insanları varlığı bilinse bile diyaloglar esnasında unutuluyor. Toplumsal hiyerarşiler alt üst oluyor. Yaşlı, genç, profesör, cahil, alim, zalim bir tür dijital maskenin ardında eşitleniyor. Fikirlerin ağırlıkları da öyle... 16 yaşındaki bir yeni yetme ordinaryus profesöre marksizmi anlatmaya kalkabiliyor. Bir başkası bilmeden kız arkadaşının annesine sövebiliyor. Bunun en güzel örneği insanları güldüren şu diyalog oldu herhalde:
​​​​

Sosyal medya büyük bir topluluğun sosyalleştiği yer gibi sunulsa da aslında tek kişinin bir tür sanal söz bulutuna cümleler (k)attığı bir ortam. Yani bir grubun üyeleri arasında çoklu bir etkileşimden ziyade iki "entity" arasında vücud buluyor "muhavere". İnsanlar kendilerini bu "muhavere bulutunun" üreticisi saydıklarından çok güvende hissediyorlar ama fark etmeden etki ettiklerinden çok daha fazla etkileniyorlar. 

"Etki" ve "Tepki" en kıymetli kriter haline geliyor. En fazla retweet'lenen, 'like' alan ya da yorumlanan yazıların sahipleri oluşturdukları etki-tepki boyutunca tatmin elde ediyorlar. Söylenen sözün kıymeti içeriğinden bağımsız hale geliyor. 
Ne kadar kabiliyetli olursanız olun 140 karakter bir fikri ifade etmek için kifayetsiz. Fikirler değil fikir gibi görünen kanaatler, hisler ifade ediliyor. Bir çok yeni yetmenin ideolojik eğitimi (!) bu şartlarda tekmil ediliyor. 

Burada bir fikrin üretiminden çok yayılması söz konusu. Tek bir tıklamayla kendilerine gelen mesajı tekrarlayanlar, o üzerine hiçbir şey katmadıkları cümle ya da fotoğrafı tekrarladıklarında kendilerini fikrî bir aidiyet kazanmış, tarafını dünya aleme bildirmiş, fikrini (!) cengâverce savunmuş hissediyorlar ve sosyal bir tatmin yaşıyorlar. Çoğundan retweet ettiği cümleyi zihninden tekrar yazması istense, ya da paylaştığı fotoğrafı tasvir etmesi istense bunu yapacak donanımdan mahrumlar. 

1999 yılında Matrix filmi çıktığında çok etkilenmiştim. Film hakkında makaleler yazdım, filmi alt metinleri ve göndermeleriyle anlamak ve anlatmak için bayağı zaman harcadım. O yıllarda henüz sosyal medya diye birşeyden bahsetmek kolay değildi. Ne facebook ne twitter vardı. Fakat olsalardı eminim çok kimse "what is the matrix?" sorusuna "sosyal medya" cevabını verirdi. İnsanların içinde yaşatıldığı ve içinde yaşatılan insanların enerjileriyle beslenen sanal gerçeklik alemi... 

Burada dikkat edilmesi gereken şu: Bu alemin çocukları, kültürü, dini değerlerini, kavrayışlarını gerçek ebeveynlerinden tevarüs etmiyorlar. Aynı evin içinde, yan odada oturuyor görünseler de aslında başka bir dünyada yaşıyorlar. Kanaatlerini, fikirlerini istinad ettirdikleri direklerin çok farklı olduğu bir paralel evrende. Herkes bundan sonra çok şaşırtıcı sahneler görmeye, hikâyeler işitmeye hazırlanmalı. Bir imam çocuğunun ateist olması, bir doktor çocuğunun apaçi olması gibi..


Dün samanyolu kolejinin önünden geçerken bir çocuk otostop yapıyordu. Durdum aldım. Giderken, "arkadaşlarınızdan eyleme katılan var mı" diye sordum. "Yok ama bir arkadaşımız ateist oldu bu yüzden" dedi. Nasıl oldu diye sordum. "Olayları dine bağladı, sizin Allah'ınızın bana ne faydası var falan gibi laflar etti, aman dinden çıkarsın kelime-i şehadet getir dedik, getirmiyorum dedi" diye anlattı çocuk. "Face de yazmış, benim insanım Kızılay'da acı çekerken sizin uğraştığınız "Türkçe Olimpiyatları" diye... Sınıfça küstük konuşmuyoruz o arkadaşla" diye bitirdi. Yatılı bir okulda, hele hele iyi kötü bir ideolojik yüklemenin yapılmasının beklenebileceği yatılı bir okulda bunun olabilmesi ancak sanal gerçekliğin yukarıda bahsettiğim hale gelmesiyle mümkün...

Aşağıdaki fotoğrafta, sosyal medyada tekrarlanan "çevreye duyarlı gençler yerleri temizliyor" argümanı doğrultusunda Taksim'de temizliğe çıkan genç, başörtülü bir direnişçi görünüyor..

[Fotoğraf, çeken kişinin isteği üzerine sayfa içinden kaldırıldı. Şurada görülebilir.]

Bir de unutmadan şunu ekleyeyim. Dışarıya dökülen çocuklar son derece bilgisiz ve hedefsiz bir kitle teşkil ediyorlar. Hem yaşları hem de anlattığım sosyal medya kuşağı olmaları itibariyle öyleler. Aralarda "hazır bir dalga oluşmuşken sörf yapayım" diyen çevreci romantiklerle, komünist grupları bir yana ayırarak söylüyorum bunları. Bu düşüncemin mücessem delili ise işte şu komik görünen fotoğraf:




Bu fotoğrafa bakarak şu tespitleri yapmak mümkün:

Bu doksanlardan doğan çocukların bir çoğu neyi niçin protesto ettiğini bilmiyor. 
Hala apolitikler. Fikirleri değil hisleri ile hareket ediyorlar. 
Ne kitap ne gazete okudukları için "bazı" kelimesinin nasıl yazıldığını dahi bilmiyorlar. 
Alabildiğine tecrübesiz oldukları için kendilerini komik duruma düşüreceğini bile düşünemeden bu yazıyı yazabiliyorlar. 

Aslında şu an her şey onlara bir tür heyecanlı oyun gibi geliyor. 

Teknoloji öyle çılgın bir hızla ilerliyor ki Facebook ve Twitter bile, halihazırda "eskimeye" başlamış durumda. Hız herşeyden daha önemli olduğundan insanlar 140 harflik mesajları yazarken vakit kaybetmek istemiyorlar. Mesela "direnişçiler" bugünlerde akıllı telefonlarında internet üzerinden telsiz fonksiyonalitesi sunan Zello isimli bir uygulama ile organize oluyorlar. Tıpkı bir telsiz gibi tek tuşa basarak binlerce kişiye 15-20 saniyelik sesli mesajlar gönderiyorlar. Yazmaktan her halükârda hızlı ve etkili! Tabi yukarıda bahsettiğim "iletişim bataklığına" sebep olan mahzurların hemen hepsi burada da mevcut. Londra'da oturan bir "provakatörün" rahatlıkla "arkadaşlar Kuğulu'da gözümün önünde polis bir arkadaşımızı vurdu" gibi bir anons yapabilmesi söz konusu. 

5681 sayılı telsiz kanunu gelişen teknoloji karşısında eski ve hükümsüz kalmış durumda. Şimdi herkesin elinde ruhsatsız, izinsiz bir telsiz var. Üstelik sadece şifreye ulaşılan sanal telsiz grupları oluşturmak dahi birkaç saniyelik iş olmuş vaziyette.

Şimdi hükumete, başbakana tepkili pek çok insan bu hareketlerin ardında bir erdem, bir felsefe, bir mânâ varmış gibi düşünmek istese de maalesef hakikat bu değil. Bu hareket teknolojinin kuşaklar arasında yarattığı uçurumun bir tezahürü ve eski kuşak için bir ikaz lambası sayılmalı. Eğer -her görüşten- eski kuşaklar kültürlerini, fikirlerini, ahlak anlayışlarını yeni nesillere aktarmak için çaba göstermeye başlamazlarsa eskilerin deyimiyle "ağaç kovuğundan çıkmış" değil ama chat odalarından, forumlardan, sözlüklerden türemiş bir nesil bekliyor olacak bizleri.

7 Haziran 2013

19 Mart 2013 Salı

Mim Misli Mader


MimMesleMadarİran filmlerinin insanın ta yüreğine nüfuz eden esrarlı bir tarafları var. Seyrettiğim hiçbir İran filminin başından, hollywood yapımı bir filmin başından kalkarken hissettiğim duygularla kalkmadım. İşte yine böyle bir İran filmi olan "Mim Misli Mader" hakkındaki notlarımı paylaşmak istiyorum.
Filmi bilenler herşeyden önce filmin ismini yanlış yazdığımı düşünebilirler. Aslında filmin ismini mahsus böyle yazıyorum. Filmin latin harfleriyle yazılan isminin Türkçe için farklı yazılması gerektiği kanaatindeyim. İranlılar arap alfabesi kullandıklarından, kelimelerinin latin harfleriyle yazılması konusunda fonetik bir hassasiyeti benimsemişler. Ancak latin harfleriyle yazılan onlarca lisan içinde -tabîi olarak- İngilizceyi esas almışlar. Yani Farsça kelimeleri, bir İngiliz'in ya da Amerikalı'nın doğru telaffuz edebileceği şekilde yazmaya çalışıyorlar. Mesela "e" sesine ihtiyaç varsa "a", "i" sesine ihtiyaç varsa "e" harflerini kullanıyorlar.  Bu yüzden aslen adı  (میم مثل مادر)  olan filmin latin harfleriyle yazılan afişinde "Mim Mesle Madar" yazısını okuyoruz. Böylece İngilizce okuyanlar "mesle" kelimesini "misli", "madar" kelimesini de "mâder" diye okuyacaklar diye düşünülüyor.
Kelimelerin böyle yazılması şu neticeleri doğuruyor: Filmin yönetmeni olan Resul Mollakulu Pur "Rasool Mollagholi Poor" diye, başroldeki -muhtemelen- Gülşifte Ferehani, "Golshifteh Farahani", filmde Süheyl karakterini oynayan -ki o da "Soheil" diye yazılıyor- Hüseyin Yeri, "Hosein Yari" diye yazılıyor. Cemşit-Jamshid, Muhammed-Mohammad, Seher-Sahar, Şerare-Sharareh, Nilüfer-Niloofar haline geliyor.
Ne zaman böyle isimler duysam, eski dünya kupalarının birinde, Zübeyir isimli bir oyuncunun -yanlış hatırlamıyorsam Tunus'un kalecisiydi- ismini Schobair yazımından sökmeye çalışan TRT spikerinin çıkardığı acayip sesleri hatırlıyorum. Bu konuda insiyatif alıp müslüman sporcuların isimlerini doğru telaffuz etmeye çalışan yegâne spikerin de Orhan Ayhan olduğunu bil vesile yazmış olayım.
Tekrar filme dönelim...
Filmin adında geçen kelimeler bize hiç yabancı değil. "Misli" bugün hâlâ kullanılıyor. "Peder" kelimesi gibi "Mâder" de dilimize girmiş Farsaça bir kelime. Nedim'in meşhur şarkısında geçen ve şairin eşcinsel olduğu iddialarına temel teşkil eden dörtlüğü hatırlayalım:
İzn alıp Cuma namazına deyu mâderden
Bir gün uğrulayalım çerh-i sitem-perverden
Dolaşıp iskeleye doğru nihan yollardan
Gidelim serv-i revanım yürü sadabâd'e 

Namık Kemal'in "Vatan Mersiyesi" isimli şiirinde de "mader" geçer:

“Âh, yaktık şu mübarek vatanın her yerini
Saçtık eflâke kadar dûdunu ateşlerini
Kapadı gözde olanlar, çıkacak gözlerini
Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini
Yoğ imiş kurtaracak bahtı kara mâderini

Film bir anne ekseninde, özürlü doğacağı anlaşılan bir çocuğun "alınması" konusunu, yani "kürtajı" işliyor. Öyle Amerikan filmlerindeki beklenmedik gelişmeler, seyirciyi şaşırtarak eğlendirmeyi hedefleyen “akla hayale gelmez dönüşler" yok. Oldukça hayatın içinden, herkesin başına gelebilecek bir hikâye, Arya Azimi Nejat'ın senfonik film müzikleri eşliğinde harikulade bir şekilde anlatılıyor.

Keman: Doğu ile Batı'nın müşterek enstrümanı

Film ortalama bir Türk vatandaşının bir İran filminden beklemeyeceği şekilde, tesettürlü müzik öğretmeni Sepide'nin elinde kemanıyla, bir jüri önünde verdiği, seçme imtihanı sahnesi ile başlıyor. Aynı zamanda müzik öğretmeni olan Sepide bir batı müziği orkestrasına solist olarak katılmaya çalışıyor. Bunun için Bach'ın Mendelson'ın eserlerinden parçalar çalması isteniyor. O da başarıyla icra ediyor istenen parçaları.
Keman perdesiz bir saz olması hasebiyle dünyanın her kültürünün musikisini icra etme kabiliyetine sahip. Keman, ne doğu ne batı medeniyeti içinde yabancılık hissi veren, nadir enstrümanlardan. Filmde kemanın bir sembol olarak hususen seçildiğini düşünüyorum. Üç  asırdır, batı tahakkümüne maruz kalışımızı hazmetme ve yönetebilme çabası içindeyiz. Kim bilir, belki de bu yüzden zihnimiz gidip gidip doğu-batı ikilemine saplanıyor.

Bir sembol olarak “keman” çerçevesinde şu soruları sorduruyor film: Başka medeniyetlere mahsus sesleri hatasızca çıkarma kabiliyetine sahip bir batı medeniyeti enstrümanına kendi şarkımızı söyletemez miyiz? Yoksa Marshall McLuhan’ın kitabına ad yaptığı meşhur sözü “Araç Mesajdır - The Medium is The Message -” sözü haksa, bir medeniyete ait enstrümandan -araçtan- başa bir medeniyetin seslerini -mesaj- çıkartmak asla mümkün değil midir?

O zaman, seyrettiğimiz sinema filmi ne oluyor?...

Semboller... Semboller...

Filmde kullanılan birçok sembolik öğenin başında “melekler” geliyor. Mavi melekler ve onları mücessem halleri olan oyuncak bebekler çok güçlü motifler olarak karşımıza çıkıyor. Ancak bu sembollerin fikrî arka planında -ortodoks İslam anlayışı açısından- sıkıntılar varmış gibi görünüyor. En azından sünni gelenekte sağlam bir karşılık bulmamız çok zor bu sembollere. Bizde melekler, inancın ayrılmaz bir parçasıdır ama neredeyse hiçbir zaman filmdeki gibi somut objelere indirgenmezler. Ermeni marangoz ustası üzerinden filme eklemlenen Hristiyanlık unsurları, bu sembolleri açıklamada daha kullanışlı olabilir. Bizde Feriştah olarak telaffuz edilen ve melek anlamına gelen  “Fereşte” kelimesi de İranlı’ların kadim Zerdüşt dininden tevarüs ettikleri bir kelime. Sadece bunlara bakarak bile filmin heteredoks bir inanç anlayışına -en azından- müspet nazarlarla baktığını söylemek mümkün olabilir.

Filmde yoğun bir şekilde kullanılan başka bir sembol de güvercinler.  Bu narin ve mütevazı kuşların üç değişik yerde ve şekilde sembolize edildiğini görüyoruz:
  1. Said babası tarafından varlığı istenmeyen, davetsiz bir misafir. Tıpkı açık bir pencereden evin içine girivermiş bir güvercin gibi. Süheyl, tesadüfen odaya girmiş güvercini bir an önce ait olmadığını düşündüğü yuvasından çıkarmanın çaresini arıyor. Güvercinin oda içerisinde kanat çırpmasından nasıl rahatsız oluyorsa, Said’in oksijen tüpü ile nefes almaya çalışmasından ya da yürümeye çalıştığında bacağındaki demirlerin çıkardığı seslerden öyle rahatsız oluyor.
  2. Said, yıllar sonra kendisini görmeye gelen babasıyla yaptığı konuşmada, çocuk safiyetiyle, pencereden uçup giden güvercinin arkasından, “o giden babalarıydı” diyor. Hasretini çektiği babanın eksikliğini böyle ifade ederken kaçıp giden güvercin bu sefer babayı sembolize etmiş oluyor.
  3. Sepide’nin küvette başını vurduktan sonra suya düşüp nefessiz kalan Said’e suni teneffüs yaptırırken arkada uçuşan güvercinler belki de küçük çocuğun her an bedenden ayrıacakmış gibi duran ruhunu sembolize ediyorlar.

Yeşilçam vs. İran Sineması

İnsan bir İran filmi seyrederken ister istemez karşılaştırmalar yapıyor. Yakaladığımı düşündüğüm önemli bir farklılık şu: Bizim filmlerimizde memur-bürokrat-mühendis tipleri “cahil” ve “yobaz” halkı aydınlatmaya çalışan fedâkâr-cefâkâr ve aydın kişiler olarak resmedilir. Bu filmde tam aksine film boyunca bencilliği ve narsistliği ile öfkemizi çeken Süheyl bir diplomatken filmin makbul karakterleri, başta anne ve Ermeni marangoz olmak üzere sıradan halktan kişiler. Bu sefer bir şeyler öğretilmesi gereken, cahil ve kaba karakterler, diplomatlar, doktorlar olmuş yani!..

Muta Nikahı ve Kürtaj

Filmleri topluca seyredip konuşmanın çok faydası var. Sizin yakalayamadığınızı başka biri yakalıyor. Yahut “noktaları birleştirme” konusunda farklı dimağların özgün alternatifler geliştirdiğini görüyorsunuz. Şu noktaya, filmi beraber seyrettiğimiz katılımcılardan biri dikkat çekti: İstenmeyen bebeğin aldırılması için gidilen merdiven altı doktor muayenehanesinde geçen sahnede -ki filmin en sinir bozucu sahnelerindendi- bayan doktorun sarfettiği sözler aslında İran’da gizlice kanayan bir yaraya işaret ediyordu. Muta nikahı denilen ve para karşılığı, kısa süreli, geçici evlilikleri meşrulaştıran uygulama aslında ülkede bir çok istenmeyen gebeliğe yol açmakta. Muta nikahı serbest ve meşru, kürtaj yasak ve gayr-ı meşru olunca böylesi dramların sıkça yaşanabileceği konusu akla gayet yakın görünüyor. Filmde geçen “kan parası” ifadesi de yine bu açıdan çok dikkat çekici. Filmde izah edilmese de kürtaj masasında “öldürülen” bebekler için -muhtemelen fakirlere verilmek üzere- bir para ayırarak insanların vicdanlarını rahatlatmaya çalıştıkları anlaşılıyor.

“American Beauty” filminden bir replik aklımda kalmış: “Never underestimate the power of denial.” Yani “İnkârın gücünü asla küçümseme” İnsanlar bazı gerçekleri inkâr yoluyla göğüslemeyi tercih ediyorlar. Bazen de o güçlüğü göğüsleyebilmenin başka bir yolunu bulamıyorlar. İşte bu zamanlarda “kan parası” gibi kavramları tutunacak bir dal gibi görüyorlar. Etraflarında, cinayetlerinin yükünü kendileriyle paylaşacak omuzlar arıyorlar. Sepide’nin aynı sahnede kürtajı yapacak doktordan işittiği, “çocuk açı çekmez”, “ağrın olmayacak”, “hemen bitecek” gibi yalanlar işte böylesi “hakikati inkâr” çabalarına destek sözleri...

Kelimeler

Filmde, dilimize girip yerleşmiş bir çok kelime işitiyoruz. Bunlardan not alabildiklerim şunlar: Can, ben, kim, Hüda, nefes, hayli, hoş, herkes, nergis... Bunları işttiğimde Peyami Safa’nın şu sözü hatırıma geldi:
“Arapça’sız “sabah”, Farsçasız “akşam” diyemezsiniz.”

Değişik Bir Yaşama Felsefesi, 

Alternatif Bir Hayat Algısı

Aslında film bize, oldukça “doğulu”, alternatif bir hayat felsefesi öneriyor: Kaderle ve -tabiri caizse- dolaylı olarak tanrıyla kavga etmek yerine, başımıza gelenleri kabullenmeli, bir imtihan olarak görmeli, başımıza gelenlerin iyi taraflarını fark etmeliyiz. Hayat bizim çok da müdahale edip değiştirebileceğimiz bir şey değildir. Eğer acı çekmemiz gerekiyorsa bu acıya razı olmak, acıyı dindirmenin ya da azaltmanın bir yolu olabilir.

Filmin yukarıda belirttiğim ana mesajının bir uzantısı olarak şu mesajın da altı çiziliyor: batının empoze ettiği gibi “ferdin” merkezinde olduğu bir hayat algısı yanlıştır. Egosantrik, kişinin egosunu merkeze yerleştiren bir hayat algısı acınacak, hatta nefret edilecek bir şeydir.

Bu oldukça tanıdık bildik mesajları, şahsen, mütekâmil, hayatın esrarını izhar eden mesajlar olarak göremedim. Elbette hakikate tekabül eden çok yanı var bu mesajların ama acaba bu yaklaşım, hayatı “dizginleyerek” müthiş bir mesafe kaydeden ve üzerimizde müthiş bir tahakküm kuran batı karşısında acziyetimizin aklîleştirilmesi, rasyonel bir formülasyonu mu diye düşünmeden edemiyorum. Belki de şehadet alemini hakkınca kavrama ve hayatın akışına “müslümanca” müdahale etmenin yollarını aramak daha makbul bir hayat düsturu olabilirdi. Ne dersiniz?...

19 Mart 2013
Salih Cenap Baydar

28 Ocak 2013 Pazartesi

İnternet Girişimcilerine Acı Gerçekler


2013 yılının bu ilk günlerinde, yakın zamanlarda kafamı meşgul eden bir hususta görüşlerimi paylaşmak istedim. İkibinli yılların ortalarından itibaren Facebook'un kurucusu Mark Zuckerberg'inki gibi hikayeler tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de "girişimcilerin" gözlerini parlatır oldu. Kısacık zamanlarda milyonlarca insana erişmenin getireceği zenginlik çok kimsenin rüyalarını süslüyor. Ancak....

Ne yazık ki iş artık hiç ama hiç kolay değil!...

Milyonlarca insana hitab edebilecek bir sistemin geliştirilmesi çok ileri düzey mühendislik bilgisi ve tecrübesi gerektiriyor. Özetle
muhteşem bir fikrim var, bulurum yeni mezun birkaç yazılımcı, veririm üç beş kuruş, yazdırırım yazılımı...

türünden düşüncelere sahip olanlar, hayallerine veda buselerini hemen verebilirler zira bu iş ne yeni mezun yazılımcıların yapabileceği bir iş, ne de üç beş kuruşa yapılabilecek bir iş!

Neden bu işin bu kadar basit olmadığını tüm cepheleriyle anlatmaya kalkarsam çok uzun bir yazı yazmam gerekir. Bu yazıda işin sadece teknoloji boyutunu, onun içinde de sadece yazılım mimarisi boyutunu ele almaya çalışacağım.

Muhteşem fikirlerimizi dünyanın kullanımına arz etmek için bir yazılım uygulaması geliştirmemiz gerekiyor. Yazılımın tıpkı yeni yapılacak bir bina gibi önce mimarisinin belirlenmesi gerekiyor. İşte ilk zorluk burada karşımıza çıkıyor: Öyle başdöndürücü gelişmeler var ki bırakın derinlemesine öğrenmeyi, neredeyse takip etmek bile çok zor. Sadece son bir sene içerisinde ortaya çıkıveren mimari bileşenleri ve yazılım trendlerini listeleyen bir çalışma rahatlıkla bir master tezi olabilir!...

Ciddi, gelecekte yeniden yazılması gerekmeden varlık gösterebilecek bir web 2.0 projesinin yazılım mimarisini şekillendirirken düşünülmesi gereken o kadar çok şey var ki! Mesela kimsenin düşünmediği en basit yerden başlayalım: "loglama"! Kod seviyesinde debugging amaçlı seviyesi belirlenebilir logging için mesela log4j, slf4j, logback gibi ilk anda aklıma gelen altenatif logging frameworkler var. Uygulama seviyesinde daha çok güvenlik amaçlı loglama (kim oturum açtı, ne işlem yaptı vs.) tamamen ayrı bir konu. Performansı düşürmeden, ayarlanabilir seviyelerde planlanmalı. Zira biliyoruz ki bu tür logları tutmak kanuni açıdan gerekli olabilir.

Güvenlik meselesi tamamen ayrı bir dünya. Authentication - Authorization için role based backend'ler kurgulanacak. Apache Shiro, Spring Security, JAAS gibi kendini ispatlamış framework'ler var ama hangisinin seçileceğini bilmek için ön çalışma sürecine ek olarak -hangisi seçilirse seçilsin- bir öğrenme süreci olacak. Arka tarafta openldap, active directory, OID gibi seçeneklerden birinin kullanılıp kullanılmayacağı da ayrı bir konu. Session management, SSL, encyrption gibi konulara hiç girmiyorum.

Artık neredeyse hiçbir modern uygulama klasik teknolojilerle kodlanmıyor. Servis odaklı mimari için de bir framework seçimi gerekiyor. REST, SOAP, WCF, RPC, JAVA RMI gibi seçenekler var. REST'i seçsen XML, JSON alternatiflerinden birini seçmek gerekiyor. Şu an RestEasy ya da Jersey gibi implemantasyonlardan birinin seçimi de önemli. Biri ya da diğerini tercih etmek için gereken araştırma-öğrenme sürecini yazmak lazım bir kenara.

Yoğun servis odaklı bir sistemde gelen mesajlar için bir queing mekanizması kullanmak artık şart. Asenkron çağrılarla gelen mesajların mutlaka işlendiğini garanti etmek için seçebileceğimiz messaging framework'ler içinde ilk aklıma gelenler ActiveMQ, OpenMQ, FuseMQ, RabbitMQ.

Ana platform için JAVA tarafında J2EE, Spring 3, EJB 3, JSF 2 gibi alternatifler var. Her biri kendi içinde derya deniz. Frontend tabi ki çok çok önemli. Kesinlikle HTML5 uyumlu bir javascript framework seçilmeli GWT, Primefaces, Sencha, Dojo, jQuery, YUI, Prototype, MooTools.. İşin mobil tarafı unutulmamalı: Sencha Touch, jQuery Mobile, vs....

Mobil uygulamalar, IOS, Android ve artık Windows 8 platformları için Native Os App olarak ayrı ayrı mı geliştirilecek. HTML5 tabanlı bir çözüm mü olacak? PhoneGAP gibi hem crossplatform hem native bir yol mu seçilecek...

Abartmamak için service orchestration - ESB konularına girmiyorum ama UltraESB, FUSEESB, Apache Camel, Apache ServiceMix, Mule, WSO2, Talend alternatifleri bir yerlerde bekliyor.

ORM kullanılıp kullanılmayacağı önemli bir karar. Hibernate 4 en kuvvetli aday ama performans üzerinde olumsuz etkisi ortada. MyBatis ya da Apache DBUtils gibi tam ORM sayılmayan daha lightweight kütüphaneler tercih edilebilir. Tabi relational database kullanacaksak. Şu an trend NoSQL veritabanları yönünde. Meşhur Bigdata konsepti gündemdeyken artık  MySQL-MariaDB, PostrGreSQL, MsSQL, Oracle, DB2 gibi veritabanları pek tercih edilmemeye başladı. Yeni adaylar sayıca bayağı çok: MongoDB , Cassandra, CouchDB, Redis, Riak, HBase, Couchbase, Neo4j, Hypertable, ElasticSearch, Accumulo, VoltDB, Scalaris.

Bu yazdıklarım sadece JAVA tarafındaki alternatifler. PHP ve .Net tarafında bu derece haberdar değilim doğrusu. Ruby On Rails hatta Python gibi popülerlik atağındaki teknolojileri daha da az biliyorum. Mesela son zamanlarda bir Node.js humması var ki şu anda daha yeni yeni bakmaya başladım...

Yazılım mimarisinin belirlenmesi derken kastettiğim bu kadar çok alternatif arasından doğru seçimleri yaparak kimliklendirme, yetkilendirme, loglama, servis, ui, ve temel db işlemleri gibi herşeyin standardize edildiği bir integrated framework'un hazırlanması. Bütün bunlar görüldüğü gibi, "yeni mezun yazılımcı çocukların" falan altından kalkabileceği şeyler değil. Hatta çok tecrübeli bir mühendisin dahi altından kalkabileceği şeyler değil. Birkaç tane ateş gibi, meraklı, araştırmacı, neyin ne olduğunu bilen, işin belli bir kısmına iyice odaklanmış, mesleğini seven, tecrübeli mühendisi bir araya getirmek ve birlikte çalıştırabilmek lazım. Bunun için bol bol para ve ayrıca da zaman lazım. 2000'lerin başlarında, hatta ortalarında olsaydık belki Zuckerberg tarzı (bir developer + bir iş geliştirmeci ile) bir mucize gerçekleştirme şansımız daha fazla olabilirdi ama artık milyonların aktif kullanıcının yoğun kullanımını hedefleyen web 2.0 projeleriyle rekabet edebilecek yeni sosyal medya projeleri çok ciddi yatırım gerektiriyor maalesef. Sosyal medya olarak değerlendirilecek, yani milyonlar değilse bile yüzbinleri kendine çekebilecek fikirlerin düşük bütçelerle hayata geçirilmesi çok zor.

İşin kötüsü tüm bunların sağlanması da başarıyı garanti etmiyor. Yüksek bütçeler, tecrübeli mühendisler ve yüksek motivasyon sağlansa da başarıyı yakalamak biraz şans işi. Google Plus, arkasında google olmasına rağmen beklenen başarıyı yakalayamadı mesela. Ne maddi destek sıkıntısı vardı, ne teknoloji, ne tanıtım... Ama olmadı işte...

Şu an bir kamu kurumunun altyapısının tasarlanması için bu konularda kafa patlatıyor, araştırmalar yapıyorum. Devletin projelerine bakıyorum hepsi rezil durumda. Yöneticiler vaziyetten habersiz... Mesela son zamanda ortaya çıkan redhack'in YÖK EDYS'sini patlatması hadisesine bakın. Güvenlik işini, dünyadan habersiz junior adamlara bırakırsanız işte aynen böyle madara olursunuz. Bunun, sizin "muhteşem fikrinizin dünyayla buluştuğu" bir sosyal medya sitesinde yaşandığını, insanları gizli ya da sınırlı olarak koyduğu kişisel bilgilerinin ortaya döküldüğünü düşünsenize! O gün o site biter...

Kimsenin hayallerini yıkmak istemem ama bu yola çıkacak olanlar en azından ne ile uğraştıklarını bilsinler istedim. Bir twitter, bir facebook, bir instagram kurgulamak, öyle Joomla ile Wordpress ile web sitesi kurmaya ya da (.net'ci arkadaşlar alınmasın ama) Visual Studio'da sürükle bırak yöntemleriyle web uygulaması yapmaya benzemez.