İnsanı Yenilmek Değil Pes Etmek Tüketir
“Savaşma
arzusu tüm bozgun mekanizmalarının merkezinde durur… Daima düşmanın direnme
kapasitesi ve arzusunu kırmanın bir yolu aranmalıdır.
Huba Wass de
Czege (Amerikan ordusu School of
Advanced Military Studies okulunun kurucu müdürü ve hava-kara savaş
doktrininin mimarı.)
Önceki yazımızda insanımızın, Batı medeniyeti karşısında benimsedikleri
tutuma göre iki kampta kümeleştiğini anlatmış, birinci kamptakilerin yeniden
güçlü bir medeniyet kurarak batı medeniyetinin karşısına dikilmenin hayalini
kurduklarını, ikinci kamptakilerin ise imkânsız gördükleri bu hayaller peşinde
maceraya atılmanın yanlış olduğu düşüncesiyle bunun yerine teslimiyetçi
politikalar taraftarı olduklarını söylemiştik.
İlk kamptakilerin yaklaşımının kökleri, bir zamanlarının süper gücü olmanın
genlerimizde bıraktığı izlerde bulunabilir belki. Ama ya ikinci kamptakilerin
görüşleri? Onların kaynağı ne?
İkinci kamptakilerin “fikirlerinin” köklerini, yıkılan Osmanlı’nın son
demlerinde başlayıp cumhuriyet tarihi boyunca devam eden, son derece detaylı ve
sinsi bir sosyal mühendislik çalışmasında aramak gerekir. Adım adım güçlenip,
kendisini rasyonalitenin üzerine inşa eden modern batı medeniyeti, kendisi için
asırlarca en büyük tehdit olarak gördüğü Osmanlı’yı mağlup edip parçalarken,
elbette asıl zaferi sadece düşman ordularının perişan edilmesinde, şehirlerinin
işgalinde, zenginliklerine el konulmasında, liderlerinin elde edilmesinde
görmeyecekti. Düşmanın direnme kapasitesinin yok edilmesi asla kâfi değildi,
direnme “arzusunun” da kesinlikle yok edilmesi şarttı.
Üç kıtada bir zamanlar “pax
ottomanica” şemsiyesi altında gölgelenen halklara kur(dur)ulan her
“devletçikte”, Osmanlı padişahının düşüp parçalanan tacından saçılan her
parçanın uydurma bir krala tac olduğu her “Ortadoğu ulus devletinde” aynı temel prensip
benimsenmişti: insanların batı
medeniyetinde karşı direnme arzusunu ve itirazını ilelebet yok etmek!
Bu ülkelerin en mühimi, en kritiği olan Türkiye’de kölece bir batı
hayranlığının, taklitçiliğinin yeni kurulan devletin esas politikası olması
tesadüf değildir. Her türlü direnme fikrinin akıllarda, kalplerden kazınıp
çıkartılması için benimsenecek motto ise “yurtta sulh cihanda sulh” olacaktır.
Çok derinlere gömülmüş olsa da ölmeyip depreşecek “direnme isteği”
tehlikesini bertaraf etmek için bir başka fikrin zihinlere nakşedilmesine
çalışılır: Batı medeniyeti çok ileridedir. Biz çok gerideyizdir. A’dan z’ye her işimiz bozuktur. İnsanlık için artık batı
medeniyetinden gayrı bir medeniyet alternatifi kalmamıştır. Bütün insanlık için
tek ve doğrusal bir gelişme modeli vardır ve tek yol batının geçtiği yollardan
geçmektir. Hedefimiz “muasır medeniyet seviyesini yakalayıp üstüne çıkmaktır”.
Ama o muasır medeniyet almış başını giderken ve her adımda farkı açarken bu
nasıl mümkün olabilir? Tut ki oldu, biz batı medeniyetinin izlerini adım adım
takip ederek batı medeniyetini geçsek medeniyetimiz zaten batı medeniyetinin
bizzat kendisi olmayacak mıdır? O halde batı medeniyetiyle çatışmanın, batı
medeniyetine karşı direnmenin mânâsı nedir?
İşte doksan senelik sosyal mühendislik çabalarının mahsulü bahsettiğimiz
ikinci kamptır.
Birinci kamp ise bir “anomali” yahut üretim hatasıdır. Tüm çabalara rağmen
o irrasyonel direnme fikrini dimağlarının bir köşesinde saklamış, ilk fırsatta
da ortaya koymaktan çekinmemiş “kalın kafalı” insanların kampıdır.
Bugün iki kamp kıyasıya çatışmaktadır.
Bu konuyu üçüncü bir yazıyla bağlamaya çalışacağız.
Twitter: @salihcenap
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder