26 Nisan 2015 Pazar

Haydi Baştan Alalım!

Fikir hayatımızda mühim ve müstesna bir yeri olan Alev Alatlı hanımefendi, 2009 yılının Şubat ayında yeni bir kitapla okuyucusunun karşısına çıkmıştı. Mütemadiyen haber, hadise, enformasyon bombardımanı altında olduğumuzdan küçük bir takipçi kitlesi dışında yankı bulamayan ama kesinlikle daha fazla ilgiyi hak eden bu kıymetli eseri tekrar dikkatli zihinlerin gündemine taşımak istiyorum.

Alev Alatlı’nın epeyce bir zamandır kendisiyle yapılan radyo, televizyon ve gazete mülâkatlarında parça parça dile getirdiği bazı görüşleri derleyip topladığı bu kitabın iki başlığı vardı: “Haydi Baştan Alalım!” ve “Aklın Yolu da Bir Değildir…”.

Kitabın daha ilk satırlarında Alev Alatlı’nın o tanıdık, o kendine has romancı üslubu insanı yakalıyor. İlk başlarda güzel bir roman okumaya başlamış gibi oluyorsunuz. Sonra paragrafları devirdikçe, Alev Hanım’ın zihninde cereyan eden bir entelektüel seyahati izlediğinizi fark ediyorsunuz.

Lisan, zihin, akıl, zekâ, şuur, dikkat, mantık gibi kelimelerin kanatlarında başlayan seyahatte önce Bart Kosko, A. Lotfi Zadeh, Erwin Schrödinger, Werner Heisenberg, Kopernik, Kepler, Galile, Newton, Einstein, Russel gibi bazı bilim adamlarının dünyalarına uğruyoruz. Fizik, metafizik derken Aristo mantığı dalından saçaklı mantığın “kırçıl” sathına sıçrayıveriyoruz. Determinizmin siyah beyaz perdesini aralayıp gri bir zemine basıyoruz ayaklarımızı. 

Temel olarak üzerinde durulan argüman şöyle özetlenebilir:

“Geleneksel mantık ve matematik, dünyayı mutlak bir kesinlik içinde, çerçevesi gayet net çizilmiş olarak kavramak ve izah etmek iddiasındadır ancak, bu asla mümkün değildir, zira bugün bilimin ulaştığı noktada hemen her şeyin bir belirsizlikler yumağında varlığını sürdürdüğü anlaşılmıştır. Şimdi bu flu, puslu, belirsiz mefhumları kavramak ve izah etmek için yeni vasıtalara ihtiyaç duymaktayız.”
Yazarımız, bu argümanını pek müessir misallerle dikkatimize sunuyor:

Heyhat, sahici dünya Aristo’nun tanımladığı gibi değil! 
Bir kere, hiçbir şey sabit değil. Her şey, her an değişiyor. İkincisi, dünya siyah-beyaz değil, gri. Kırçıl. Kesin olan hiçbir şey yok. Dünyanın atmosferini molekül molekül tanımlayabilseniz bile, atmosferi yeryüzünden ayıran kesin çizgiyi bulamıyorsunuz. Aynı şekilde, Arz’ın, Mars’ın ya da Ay’ın en ayrıntılı haritaları bile ovaların nerede bitip dağların nerede başladığını söyleyemiyor. İşaret parmağımızı oluşturan moleküllerin hangilerinin bedenimize ait olduğunu, hangilerinin havada yüzdüğünü saptayamıyoruz. Tıptaki onca gelişmeye rağmen, ölü ile diri arasındaki çizgi kesin olarak çizilemiyor.
Tam da bu noktada, kitabı okurken yakamızı hiç bırakmayacak bir tereddüt hâsıl oluyor: Tabiatta müşahede ettiğimiz belirsizlikleri, “kırçıllıkları” mevcut mantık ile izah etmenin manasızlığından bahsederken bile, o burun kıvırdığımız eski vasıtayı, yani Prof. Dr. Necati Öner hocanın değişiyle “mantığı tamamen Aristo mantığı olan” “lisanı” kullanıyoruz. Bu öylesine kuvvetli, öylesine vazgeçilmez bir araç ki, onu tenkit ederken bile onsuz olamıyoruz. Hülasa, Aristo’nun tanımladığı gibi olmayan dünyayı tanımlamak için, Aristo’nun tanımladığı kurallar üzerine inşa edilmiş “lisanı” kullanmaktan başka yol bulamıyoruz.

Takip eden satırlarda Alev Hanım Aristo’ya güle güle derken “hoş geldin mutezile” diyerek bir sürpriz yapıyor. Burada sunulan argüman şu: 
“Mutezile, iman ile küfrü, siyah-beyaz, 0-1 olmaktan çıkarıp, büyük günah işleyen Müslüman’ın mümin olmamakla birlikte kâfir de sayılmayacağını savunan mezhebi İslam’ın.”
Mutezile gibi Budizm’in ve hatta Nasreddin Hoca hikâyelerinin bile, puslu mantığın çeşitli tezahürlerini içerdiğini söyleyen Alatlı, burada enteresan bir iddia daha atıyor ortaya. Eğer bir “doğu medeniyetinden” bahsedeceksek, Buda’dan, Şinto’dan, Zen’den bahsetmemiz gerektiğini, eski Yunan bilginlerden kalanlardan fazlasıyla istifade eden medeniyetimizin “doğu medeniyeti” sayılamayacağını söylüyor. 

Alev hanımın insanı zihinsel sıçramalarla götürdüğü, çok da keşfedilmemiş, alacakaranlık sahalardaki heyecanlı gezintiyle ilgili notlarımızı aktarmayı sürdüreceğiz.

Twitter:@salihcenap

23 Nisan 2015 Perşembe

Yurttaş Kane


1941 yapımı “Yurttaş Kane”, sinema eleştirmenlerince yapılan “bütün zamanların en iyi on filmi” listelerinde ya birinci ya ikinci sırada kendine yer bulur. Peki, bu filmi bu kadar “iyi” yapan nedir?

Filmle ilgili çok sayıda yerli yabancı eleştirmenin yazdıklarını okudum. Bir buçuk saatlik bir belgesel seyrettim. Böylesine bir paye ile anılan bir filmle ilgili söylenmiş çok fazla şey var elbette. Ancak her ne kadar gök kubbe altında söylenmemiş söz olmadığı söylense de filmle ilgili bazı orijinal perspektifler yakaladığımı düşünüyorum.

Filmin hikâyesi, dünyanın en güçlü ve zengin adamlarından birisinin ölürken söylediği son kelime olan “rosebud”ın ne anlamına geldiğinin araştırılması üzerine kuruludur. Bir gazeteci, ölen büyük iş adamı ile yolları kesişmiş kimselerle röportaj yaparak son kelimesinin anlamını araştırırken seyirci de bu garip adamı, çevresindeki birçok farklı kişinin gözünden tanıma imkânı bulur.

Film daha önce görülmemiş çekim yöntemleri, denenmemiş kamera açıları, riskli ışıklandırma teknikleri ve Welles’in radyoculuk tecrübelerinden taşıdığı üst üste binen konuşmalar gibi alışılmamış ses kullanımları ile öne çıkar. Daha ilk sahnede kamera, “girilmez” yazılı tabeladan başlayarak uzun bir yolculukla seyirciyi “girilmez” olana, yani Charles Foster Kane’in hayatına, sarayına, kafasının içine, ölüm döşeğine götürür.

Kasvetli bir gece vakti, Kane’in son nefesini verdiği süslü odanın önce penceresini görürüz. Penceredeki fersiz ışık bir anda sönüverir: Kane ölmüştür. Ama bir iki saniye sonra ışık tekrar yanar: Hayat devam etmektedir.

Son nefesinde "rosebud" kelimesini fısıldayarak ölen Kane’in elinde tuttuğu cam kar küresi düşer ve paramparça olur. Bir süreliğine dünyayı kırılan camın merceğinden seyrederiz. Hemşire sükûnetle gelir, ölen adamın kollarını birleştirip örtüsünü başına çeker. Dünyanın en zengin, en kudretli adamının ölümünün de diğerlerinden bir farkı yoktur.

Amerikalı


Filmin Orson Welles ve Herman J. Mankiewicz’in beraber yazdığı Oskarlı senaryosunun orjinal başlığı “Amerikalı”dır. Filmde çok kuvvetli ama ustaca gizlenmiş bir Amerika ve kapitalizm eleştirisi vardır. Daha ilk karelerde Kane’in komünist olduğunu iddia edenlerle beraber faşist olduğunu iddia edenleri de işitiriz. Kane için “demokrasinin hamisi”, “vatansever”, “liberal”, “demokrat”, “pasifist”, “savaş kışkırtıcısı”, “hain”, “idealist” gibi tanımlamalar duyarız. Kane’in işçi hareketlerine destek olduğu sahneler de görürüz, Nazilerle beraber olduğu sahneler de. Ama Kane’in ne olduğunu bizzat kendi ağzından işitiriz:

“Ben bir Amerikalıyım ve hep Amerikalı oldum.”


Orson Welles

Sinema tarihinin en meşhur filminin yapımcısı olan 1915 doğumlu Orson Welles bu hem yazıp, hem yönetip hem de başrolünü oynadığı bu filmi çektiğinde henüz 25 yaşındadır. Dâhilerde görülen hususiyetler onda da müşahede edilir: İki yaşında konuşmayı, üç yaşında okumayı öğrenmiştir. Beş yaşında Şekspir’in oyunlarını baştan sona ezberler. Dokuz yaşında babasıyla çıktığı gezide dünyanın dörtte üçünü dolaşır. Ünlü sihirbaz Houdini’den illüzyonistlik dersleri alır. Zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Babası icat ettiği bir bisiklet lambasıyla servet kazanmış bir mucit, annesi bir piyanisttir. Welles daha dört yaşındayken babası bir alkolik olur, çalışmayı bırakır ve annesinden ayrılır. Welles ona bir şeyi yapamayacağını söyleyen, giriştiği her hangi bir işte cesaretini kıran tek bir kişi olmadan yetiştiğini anlatır. Deha, önünde bir engel olmayınca serpilip genişler. On yaşındayken Welles usta bir ressam haline gelir. On sekiz yaşında hocasıyla beraber Şekspir’in tüm oyunlarını bir araya toplayan bir okul kitabı hazırlar. Resimlerini de Welles’in yaptığı kitap doksan bin adet satar. Annesini dokuz, babasını on beş yaşındayken kaybeder.
On dokuz yaşında radyoda program yapmaya başlayan Welles, yirmi üç yaşındayken meşhur İngiliz bilim kurgu yazarı H.G. Wells’in “Dünyaların Savaşı” isimli hikâyesini, sanki bir haber bülteniymiş gibi seslendirince okuduklarını gerçek sanan halk arasında bir paniğe sebep olur. Trafik kilitlenir, şehir birbirine girer, hatta bir kadın Marslıların tecavüzüne uğramamak için intihar etmeye kalkar.

“Yurttaş Kane” filminin bir sahnesinde Welles bu hadiseye ince bir gönderme yaparak “radyoda duyduklarınıza inanmayın” diyecektir.

Bu film, Welles’in ilk ciddi uzun metrajlı film tecrübesidir ve Welles bu işe giriştiğinde film çekmek hakkında ne teorik ne pratik bilgiye sahiptir. Her şeyi çok kısa süre içinde öğrenir ve uygular.


News on the March

Filmde, o devrin muktedirlerin çoğu kez faşizan fikirleri için bir endoktrinasyon vasıtası haline getirdikleri otuzlu kırklı yılların sinemasından izler yakalamak çok kolaydır. Güçlü, otoriter, davudi bir ses, haberleri seyircinin kafasına çakar gibi okur. Haberler “marş!” komutu eşliğinde yürüyüşe geçen disiplinli askerler gibi birbiri ardından sökün eder. Seyirciye dinleyip inanmak ve itaat etmekten başka şans tanımayan nobran bir üsluptur bu. Kane’in kitlelerin hem fikirlerini hem hislerini manipüle etmek için kullandığı aracın, onun ölümünü ilan ederken kullanılması ince bir ironi taşır. Ölen büyük patronun ardından hazırlanan görüntülerde onun birbiriyle ters düşen hallerini görürüz. Önce adeta ışık saçan, müthiş özgüvenli, herşeyi yapabileceği intibaı veren bir genç, sonra dizlerinde battaniyesi, tekerlekli sandalyede sürülüp götürülen biçare bir ihtiyar görürüz. Aslında bu görüntüler, geçtiğimiz asrın en büyük zenginlerinden, silah tüccarı, sayısız şirketler, gazeteler sahibi Sör Basil Zaharoff’un 85 yaşındayken çekilmiş görüntülerine bir göndermedir.


Sör Basil Zaharoff

Sinemaseverlerin, eleştirmenlerin değerlendirmelerinde her ne kadar filmin William Randolph Hearst’ün hayatını anlattığı yaygın bir şekilde ifade edilse de aslında Sör Basil Zaharoff’un da tasvir edilen karaktere aynı derecede benzediği gözden kaçmamalıdır. Sör Basil Zaharoff aslında bir Osmanlı vatandaşıdır. 1849 Muğla doğumlu bir Rum’dur. Bizim kayıtlarımıza göre adı Vasil Zaharyas’dır. 1913’te Fransız vatandaşlığına geçmiş, 1914’te Fransızların Legion d'Honneur nişanını, 1918’de İngilizlerden şövalyelik ve baron unvanını almış, 1936’da, yani filmden dört-beş sene önce Monte Carlo’da inanılmaz bir servetin sahibi olarak ölmüştür. Birinci dünya savaşı sırasında servetini zirveye taşımış bir silah tüccarıdır. Aynı Kane gibi savaşların başlama bitişinde rol oynamış, satın aldığı gazete ve basın ajanslarıyla her türlü manipülasyonu yapmıştır. İşte bu “muktedir” silah tüccarı, tıpkı diğer faniler gibi ölürken geriye hem güçlü zamanlarının hem de ölümü bekleyen titrek bir ihtiyara dönüştüğü son günlerinin görüntülerini bırakmıştır.


Xanadu


Filmde çok önemli bir sembol olan Kane’in sarayı Xanadu uzun uzun anlatılır. Aslında “Xanadu” batı zihin dünyasına Venedikli seyyah Marco Polo’nun 1275 civarındaki ziyaretinden sonra girmiştir. Xanadu, Cengiz’in torunlarından Kubilay Han’ın Çin’de kurduğu Yuan Hanedanlığının başkentidir. Oryantalist bakışın bir peri masalı mekânına çevirdiği bu şehir, dünyada elde edilebilecek zenginliğin, lüksün, şatafatın, maddi refahın zirvesi olarak sembolleşmiştir. Dünyanın en zengin adamlarından biri olan Kane de, elleriyle inşa ettiği “dünya cennetine” bu çağrışımlarla Xanadu ismini verir. Xanadu aslında William Randolph Hearst’ün “Hearst Castle” ismini verdiği ihtişamlı saraya doğrudan bir göndermedir. Bu 97000 kilometrekare üzerine kurulmuş sarayda, paranın alabileceği ne varsa yerini bulmuştur. Sadece kullanılan malzeme pahalı değildir; sarayın içi kıymetli sanat eserleriyle, nadir kitaplarla, tablolarla, heykellerle doldurulmuştur. Sarayın çevresinde oyun alanları, parklar, bahçeler, çiftlikler hatta devasa bir hayvanat bahçesi inşa edilmiştir.


William Randolph Hearst


Hearst, tıpkı Basil Zaharoff gibi Yurttaş Kane filmine ilham kaynağı olmuş, zamanının en büyük zenginlerinden ve medya patronlarından birisidir. Altın madeni sahibi ve senatörü bir babanın tek oğludur. Tıpkı Kane gibi Harvard Üniversitesi'e gidip yarım bırakır. Filmde “Inquirer” ismiyle gösterilen gazetenin Hearst’ın hayatındaki karşılığı “Examiner” isimli gazetedir. 1895'te New York’ta yayınlanan Morning Journal'ı satın alan Hearst hızla bir medya imparatorluğu kurmaya başlar. Bu bol resimli, bol sansayonel haberli “gazete”, bir süre sonra bir kuruşa (1 cent) satılmaya başlanacak ve adeta “boyalı basın” tabirine muhteva kazandıracaktır. 1925 senesinde Hearst’ın medya imparatorluğu Amerikanın her tarafını ele geçirmiş duruma gelir. Hearst’e ait 40 gazete ve derginin toplam tirajı iki milyon civarındadır.
Filmde Kane sevdiği kadın için bir opera binası inşa ettirir. Hearst 30 sene boyunca birlikte yaşadığı sinema oyuncusu Marion Davies'in başrolü oynadığı filmler çektirir. Aslında bir komedyen olarak fena olmayan Davies’in gayet eğreti durduğu tarihi filmlerde oynaması için sinemacılara baskı yapar. Gazeteleriyle de müthiş bir medya desteği sağlar.

1900’lerin başlarında birkaç senelik siyaset tecrübesi de yaşayan Hearts, filmde gösterildiği gibi hiçbir zaman birinci adam olarak ön plana çıkamaz. 1905 yılında New York Belediye Başkanlığı, 1906 yılında New York Valiliği seçimlerini küçük farklarla kaybeder. 1909’da yeniden başkan olmak istediği New York belediye başkanlığı seçiminde ağır bir yenilgi alır. Bu arada “Bağımsızlık Partisi” adı altında bir parti de kurar ama siyasetin en azından görünen yüzünde, diğer alanlarda elde ettiği başarıyı elde edemez.


Sonsuz Bir Sahip Olma Hırsı Olarak Kapitalizm

Filmi anlamak için gerekli arka plan bilgilerini verdiğimize göre filmin mesajı hakkındaki görüşlerimize geçebiliriz.

Kane henüz küçük, masum bir çocukken, büyük bir zenginliğe kavuştuğu halde kendisini iyi yetiştiremeyeceğini düşünen annesi tarafından Amerikalı bankerlere teslim edilir. Bankerler hem onun yetiştirilmesini sağlayacak, hem de o reşit olup ipleri eline alana kadar parasını idare edeceklerdir.

Annesinin kötülüğünden emin olduğu ve filimde çok az yer bulan silik karakterli babanın “oğlumu bir bankaya vermek istemiyorum” repliği dikkat çekicidir.

Kendisi için yapılan planları, karlı bir kış günü kızağıyla –ve hayali arkadaşlarıyla- oynarken öğrenen küçük Kane, ailesinden kopartılması anlamına gelen karara isyan eder ve elindeki kızakla onu almaya gelen bankacıya vurmaya çalışır. Kızağının üzerinde yazan kelime, “rosebud” yahut “gonca”, onun çocukluk masumiyetine, annesine ve babasına duyduğu hasretin, bankacılara duyduğu nefretin simgesi ve ölürken dudaklarından dökülen son kelime olacaktır.

Bankacının çocuğu götürmesinin ardından yavaş yavaş yağan karların altında gözden kaybolan kızağı uzun uzun gösterir Welles.

Kane bankacıların elinde bir kapitalist canavara dönüşür. Yeryüzündeki her şeye sahip olmak isteyen, asla doymak bilmeyen çılgın bir adam olmuştur. İnsanların kıymet verip peşinde koştukları her şeye kolayca sahip olur. Hatta onları biriktirmeye başlar. Harvard, Yale, Princeton, Cornell gibi muteber üniversitelerin hepsine gider ama hepsini de yarım bırakır. Gördüğü her elmadan bir ısırık alıp bırakan maymun iştahlı birisidir. Dünyanın en zengin altıncı kişisidir. Artık para, mal, mülk onun için bir ısırık alınıp bırakılmış bir elmadan farklı değildir onun için. Parasının kontrolünü eline alınca bankerlere sahip olduğu altın madenleriyle, petrol kuyularıyla, emlakle, gemilerle ilgilenmediğini, sahip oldukları arasında sadece “Inquirer” isimli New York gazetesinin ilgisinin çektiğini söyler. Bu isteğinin ardında biraz kendisinin çocuk masumiyetini yok eden bankerlerden intikam isteği vardır. Gazetenin zarar etmesine aldırmadan bankalarla, hatta kendi sahibi olduğu finans şirketleriyle sıkı irtibatları olan dev bir ulaşım tröstüne hücum eder ve batırır. Bankerlere karşı hislerini onu yetiştiren bankacı Thatcher’in adamı Bernstein ile konuşmasından anlayabiliriz:
- Biliyormusunuz Bay Bernstein, çok zengin olmasaydım büyük bir adam olabilirdim! - Öyle olduğunuzu düşünmüyor musunuz? - Bu şartlar altında fena sayılmam diye düşünüyorum. - Peki, ne olmak isterdiniz? - Sizin nefret ettiğiniz her şey.
Kane araziler, eşyalar, şirketler gibi şeylere sahip olduktan sonra kıymetli taşların, sanat eserlerinin tabloların, heykellerin koleksiyonunu yapmaya başlar. Doymaz. Hayvanları toplamaya başlar. Dev bir hayvanat bahçesi kurar. Yetmez. Bu kez insanları satın almaya başlar. Şu diyalog bunu çarpıcı şekilde vurgular:
Lealand: Dünyanın en büyük elması mı? Charlie’nin elmas topladığını bilmiyordum!
Bernstein: Toplamıyor zaten. O elmas toplayan kişi topluyor. Neticede tek topladığı şey heykeller değil!
Fakat Kane’in açlığı geçmek bilmemektedir. Bu kez önce insanların fikirlerini sonra da hislerini mülklerine dâhil etme hevesine kapılır. Aldığı gazeteler, dergiler ile kamuoyunu yönlendirir. İnsanların sevgisini elde etmek için her türlü popülizmi yapar. Aslında uymayacağı yayıncılık ilkeleri yayınlayarak halka hep onların tarafında olacağına dair sözler verir. Nihayet sadece okurlarının değil, tüm seçmenlerin sevgisini elde etmek için siyasete soyunur.


Kane’in mülk edinme hırsı öyle bir noktaya varmıştır ki onun için sözler, ittifaklar, sözleşmeler, ilkeler sadece yeni bir sahiplenme çabası kapsamında anlamını kazanır ve kaybeder. Bu arada filmin içine ustaca yerleştirilmiş kısacık bir sahnede Kane masadır ve hırsla yemek yemektedir. Çevresinde onun vaziyetini kavrayan ve ona acıyan tek gerçek dostu Lealand Kane’e, “hala yiyor musun” diye sorar. Kane “hala açım” diye cevap verir. Aynı Lealand ölümünün ardından kendine röportaj için gelen gazeteciye şu sözleri söyler:
- Zannetmem ki yaşamış herhangi bir kimsenin onunki kadar çok fikri olmuş olsun. Ama o Charlie Kane’den başka hiçbir şeye inanmadı. Hayatı boyunca Charlie Kane’den başka hiçbir inancı olmadı. Sanırım bir inancı olmadan da öldü. Bu çok nahoş bir şey. Tabi pek çoğumuz bu dünyadan ölüm hakkında bir inancımız olmadan çekip gidiyoruz fakat en azından neyi bırakıp gittiğimizi biliyoruz.


Eğer tüm istediğin para ise…

Kane’in muhasebe müdürü Bernstein, bir yerde para kazanmayla ilgili şu müthiş değerlendirmeyi yapar:
- Eğer tüm istediğin para ise para kazanmada bir numara yoktur!
Bu söz, kapitalist sistemin formatladığı beyinlerimizde bir karşılık taşımayabilir ama Kuran-ı Kerim’de aynı istikamette birçok ayet vardır. Birkaç tane örnek verelim:
Kim yalnız dünya hayatını ve onun ziynetini isterse, biz onlara yaptıklarının karşılığını orada tastamam öderiz. Orada onlar bir eksikliğe uğratılmazlar. İşte onlar, kendileri için ahirette ateşten başka bir şey olmayan kimselerdir. (Dünyada) yaptıkları şeyler, orada boşa gitmiştir. Zaten bütün yapmakta oldukları da boş şeylerdir.
Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda karşılıklı bir övünme, çok mal ve evlat sahibi olma yarışından ibarettir. (Nihayet hepsi yok olur gider). Tıpkı şöyle: Bir yağmur ki, bitirdiği bitki çiftçilerin hoşuna gider. Sonra kurumaya yüz tutar da sen onu sararmış olarak görürsün. Sonra da çer çöp olur. Ahirette ise (dünyadaki amele göre ya) çetin bir azap ve(ya) Allah'ın mağfiret ve rızası vardır. Dünya hayatı, aldanış metaından başka bir şey değildir.
Çoklukla övünmek sizi, kabirlere varıncaya (ölünceye) kadar oyaladı. Hayır; ileride bileceksiniz! Hayır, Hayır! İleride bileceksiniz! Hayır, kesin olarak bir bilseniz... Ant olsun, o cehennemi muhakkak göreceksiniz. Yine ant olsun, onu gözünüzle kesin olarak göreceksiniz. Sonra o gün, nimetlerden mutlaka hesaba çekileceksiniz.

Filmin sonunda, ölen büyük zenginin son sözü olan rosebud’ın, yani çocukluk günlerinin masumiyetini, belki de o günlere duyduğu hasreti sembolize eden kızağının diğer işe yaramaz eşyalarla birlikte ateşe atılıp yakıldığını görürüz. Kane’in “en kıymetlisi” zaten deposunda bulunan kızaktır ve o da ölümün ardından toza dumana dönüşecektir. Dünya ve yaşarken peşinde koştuğumuz her türlü maddi zenginlik bir aldanıştan ibarettir. Bizden geriye kalacak olan neye sahip olduğumuz değil, nasıl ve ne uğrunda bir hayatı sürdürdüğümüz olacaktır.


Hayri İrdal’ın Baldızı ve Charles Kane’in Şarkıcı Eşi

Kane o kadar güçlüdür ki dünyayı istediği gibi değiştiremediği noktada kendi alternatif dünyasını yaratmaya girişir. Uğruna siyasi heveslerini toprağa gömdüğü bed sesli sevgilisi ve sonradan eşi Suzan Alexander Kane’in mevcut sahnelerde şarkı söylemesi mümkün olmayınca onun için kocaman bir opera binası inşa ettirir. Gazetelerinde yürüttüğü propaganda ile kamuoyuna karısının büyük bir sanatçı olduğunu kabul ettirmeye çalışır. İnsanların algısını bile satın alabileceğini düşünmektedir.

Burada anlatılana çok benzer bir motife Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” romanında rastlarız. Romanda Kane karakterinin karşılığı Halit Ayarcı, bed sesli şarkıcı Suzan Alexander Kane’nin karşılığı Halit Ayarcı’nın adamı Hayri İrdal’ın şöhret meraklısı büyük baldızıdır.

Tanpınar’ın romanının yayınlanma tarihi 1961. Yani filmden yirmi sene sonra. Tanpınar’ın romanında kullandığı bu güzel mazmunu, “Yurttaş Kane” filminden aldığı bir ilhamla oluşturmuş olması mümkündür. Tabi Tanpınar mazmuna kendi damgasını vurmuş, ona daha da derinlikli bir muhteva kazandırarak, renkli bir anlatımla okuyucusuna sunmuştur.


Mustafa Kutlu’nun Bu Böyledir Dediği, Suzan Alexander Kane’in Yapbozları mıdır?


Kane’in kifayetsiz muhteris sevgilisi nihayet şarkı söylemekten vazgeçer ve Kane’in şatafatlı sarayında kocaman yapbozlarla oynayarak vakit geçirmeye başlar. Öyle ki mütemadiyen birbiri ardına yeni yapbozlar yaparken görürüz onu. Sürekli eksik parçaları bularak resmi tamamlamak için uğraşmakta, fakat o resim bitince bambaşka bir resmi yapmaya başlamaktadır.

Filmdeki yapbozlar, hayatımızda hevesle peşinde koştuğumuz, yakaladığımızda mutluluğu elde edeceğimizi sandığımız maddi hedefleri sembolize eder. Şu okulu bitirsek, askerliği bir atlatsak, o devlet dairesine bir kapak atsak, sevdiğimizle bir evlenebilsek, o arabayı altımıza bir çeksek, evin borcunu bir bitirsek her şey mükemmel olacak gibi gelir. Hedefimiz bize hep yapbozun bir türlü bulamadığımız kayıp parçası gibi gelir. Hâlbuki bir yapboz tamamlanınca bir başkasına başlarız ve bu sefer yeni yapbozun o son parçasının peşine düşeriz. Mutluluğumuzu hep elimizdeki son yapbozun bir türlü ele geçmez son parçasında ararız.

Zamanımızın yaşayan en önemli hikâyecilerinden Mustafa Kutlu’nun “Bu Böyledir” isimli harikulade bir eseri vardır. Suzan Alexander Kane’in bitirdikçe yenisi ortaya gelen yapbozları ile onun bu müthiş “kafkaesque” hikâyesi arasında paralellikler kurmak mümkündür.

Hikâyenin kahramanı Süleyman eşi ve kızı ile birlikte lunaparka gider. Bir süre eğlenirler. Gece saat 11’e yaklaşırken evlerine gitmeye karar verirler. Fakat lunaparkın çıkışını bir türlü bulamazlar. Bu arada eğlence peşinde kendinden geçmiş kalabalıkların ortasında kalıp sürüklenirler. Kimsenin gitmek gibi bir niyeti yoktur. Hatta diğer insanlar onlara eğlenceyi bozdukları için kızmaktadırlar. Çıkışı sordukları kimsecikler parkın çıkışını bulamamaktadır. İşin garibi saat de hiç ilerlememektedir. Netice de Süleyman ve ailesinin lunapark sefası bir kâbusa dönüşür.

Suzan Alexander Kane’nin yapbozları gibi, Kutlu’nun lunapark eğlenceleri de bir oyun ve oyalanmadan ibaret dünya hayatını simgeler. Bunlar bizim için geçici eğlenceler, oyalanmalar üretebilirler ama “gerçek” değildirler. Ölüm bütün bu sahteliklerin dumanını savurup yok eder.
İçimizdeki “boşluğu” dolduracak olan, son yapboz parçası ya da başka bir lunapark eğlencesi değildir.


Bediüzzaman’ın Bahsettiği Kabir Aynalarını Xanadu’da Görmek


Filmde karısının Kane’i terkettiği ve Kane’in öfkeyle herşeyi kırıp döktüğü sahnenin hemen akabinde yine sembolik değeri çok büyük bir sahne yerleştirilmiştir. Çalışanlarının endişeli ve korkulu bakışları arasında odadan çıkan Kane, sarayının şatafatlı holünde yürürken her iki tarafına birbirlerine bakan dev aynalar yerleştirilmiş bir yerden geçer. Aynalar birbirlerini yansıttıklarından, bir sonsuzluk illüzyonu oluşturmaktadırlar. Aynalarda Kane’in sonsuza dek çoğalan yansımalarını görürüz ama o dönüp bakmaz bile…

Başına gelen musibet, nihayetsiz hayat ve iktidar ilüzyonunu paramparça etmiştir.

Çok benzer bir hayali sahneye Bediüzzaman Said Nursi’nin Lem’alar isimli eserinde rastlarız:

Ey dünyaperest insan! Çok geniş tasavvur ettiğin senin dünyan, dar bir kabir hükmündedir. Fakat o dar kabir gibi menzilin duvarları şişeden olduğu için, birbiri içinde in’ikâs edip, göz görünceye kadar genişliyor. Kabir gibi darken, bir şehir kadar geniş görünür. Çünkü o dünyanın sağ duvarı olan geçmiş zaman ve sol duvarı olan gelecek zaman, ikisi mâdum ve gayr-ı mevcut oldukları halde, birbiri içinde in’ikâs edip gayet kısa ve dar olan hazır zamanın kanatlarını açarlar. Hakikat hayale karışır; mâdum bir dünyayı mevcut zannedersin.
Nasıl bir hat, sürat-i hareketle bir satıh gibi geniş görünürken, hakikat-i vücudu ince bir hat olduğu gibi, senin de dünyan hakikatçe dar, fakat senin gaflet ve vehim ve hayalinle duvarları çok genişlemiş. O dar dünyada, bir musibetin tahrikiyle kımıldansan, başını, çok uzak zannettiğin duvara çarparsın. Başındaki hayali uçurur, uykunu kaçırır. O vakit görürsün ki, o geniş dünyan kabirden daha dar, köprüden daha müsaadesiz. Senin zamanın ve ömrün, berkten daha çabuk geçer; hayatın, çaydan daha süratli akar.
Madem dünya hayatı ve cismânî yaşayış ve hayvânî hayat böyledir. Hayvâniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun. İşte o âlemin anahtarı, marifetullah ve vahdâniyet sırlarını ifade eden Lâ ilâhe illâllah kelime-i kudsiyesiyle kalbi söylettirmek, ruhu işlettirmektir.
Said Nursi - Lem’alar (s. 140)


Kolleksiyoncu Karga: Kapitalist Amerika


Filmin sonlarına doğru Kane, işine yarar yaramaz ne bulursa çalıp toplayan kargalara benzetilir.

Ölümünün ardından eşyalarının envanterinin çıkartıldığı sahne müthiştir. Gerçekten hayatı boyunca biriktirdiği eşyaların kimisinin kutuları bile açılmamıştır, kimisi kıymetsiz çöplerdir. Kamera, ölen Kane’in sandık sandık malları üzerinden uçarak geçerken Manhattan’ın gökdelenleri üzerinde uçar gibi oluruz. Verilen mesaj açıktır:

Doymak bilmez, koleksiyoncu karga Amerika’dır. Onun hem herkesin gözlerini kamaştıran hem de çöpten başka bir şey olmayan hazinesi, dünyanın geri kalanının maddi ve entelektüel hazinesinin yağmalanıp yığıldığı, parlak şehirleridir.

Nihayet son sahnede, Kane’in son sözü olan “rosebud”ın, yani yapbozdaki kayıp parçanın, yani kızağının, diğer çöplerle birlikte devasa bir fırına atılıp yakıldığını görürüz. Her şeye sahip olan Kane, kızağını da bulup ambarına yerleştirmiş ama içindeki boşluğu giderememiştir. Bu denli zengin bir adamın onu tatmin etmekten uzak son arzusunun da nasıl dumanlara karışarak yok olduğunu görürüz.

Geri kalanlar işlerini bitirmek için acele etmektedirler. Dünya dönmekte, hayat devam etmektedir. İçlerinden birisinin “haydi millet, treni kaçıracağız” repliği çok şairane bir sonu işaret eder. Çünkü insanların hep peşinde koşacakları, kaçırmamak için çırpınacakları bir trenleri olacaktır…

Twitter: @salihcenap

19 Nisan 2015 Pazar

Mavi mi Kırmızı mı? (3)

Ev Zencileri Tarla Zencilerine Karşı

Önceki yazılarımızda, batı karşısında aldıkları pozisyon temelinde iki kampa bölünen insanımızın yaşadığı çatışmayı anlatmıştık.

Son siyasi çalkantılar, huzursuzluklar, sokak hadiseleri, medya savaşları hep bu temel çatışma ekseninde değerlendirilebilir.

Batı bu çatışmanın sadece meraklı bir seyircisi değildir. Aldığı tüm tedbirlere rağmen ortaya çıkan tehlikeyi pek yakından ve dikkatle takip etmektedir.

Dünyanın bugünkü efendileri, bir şekilde kontrol edemedikleri, tehlike arz eden tüm liderlere yaptıklarını yapmakta, ülkenin liderini yalnızlaştırmak ve itibarsızlaştırmak için gerekeni yapmaktadırlar. 

Batının nihayetsiz kuvveti ve üstünlüğü karşısında kendilerinin nihayetsiz güçsüzlüğü fikrini içselleştirmiş kitleler, kendilerince boş hayaller peşinde ülkeyi tehlikeli maceralara sürükleyen siyasi kadroları istememektedir. Onlar da var güçleriyle hem aynı koroya iştirak etmekte hem de “içeriden” veri sağlamaktadırlar.

Cemaat adına söz söyleyen, fikir beyan eden kimselerin ekserisinin tasnifimizdeki ikinci kampta yer aldığını söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. 

Amerika’da ikamet eden liderleri başta olmak üzere tüm cemaat, mütemadiyen ikinci kampın sloganlarını tekrarlamaktadır. 

10 Mayıs 2014 tarihli yazısında Ahmet Kurucan, Fethullah Gülen’in bir Amerikalı entelektüelin (?) “nasılsınız?” sorusuna verdiği, aslında ikinci kampın sloganlarından biri olmaktan çok da öte bir derinlik taşımayan cevabını epeyce allayıp pullayarak yazısına taşımıştı. Gülen’in söylediği şuydu:  “Üzülüyorum. Sabrediyorum. Ülkemin dünyadan kopmasından endişe duyuyorum.”

Aslında bahsettiğimiz çatışma, cemaat-hükümet çekişmesinin ana eksenidir.

Cemaat “batı medeniyetinin yegâne ve tartışılmaz sözcüsü konumundaki Amerika’yı” kızdıracak her türlü siyasi çıkışı son derece tehlikeli ve yanlış bulmaktadır. 30 Mart seçimleri öncesinde yürüttükleri kampanyayı da hükümetin temelsiz, irrasyonel çıkışlarının sebep olduğu ciddi tehlikeyi kendileri gibi açık seçik gören geniş halk kesimlerinin hükümetin “ipini çekeceği” varsayımı üzerine kurgulamışlardı.

Fakat işler planladığı gibi gitmedi.

İrrasyonel halk, reyini akıldan, mantıktan yana kullanmadı! Bütün aydınlatma(!) çabalarına rağmen batı medeniyetinin “nurunu” görmemekte ısrar ederek ikinci kampın eski sakinleri olan Kemalistlere defalarca hayal kırıklığı yaşatan “cahil” Anadolu insanı, aynı hayal kırıklığını bu kez de ikinci kampın yeni sakinleri olan şakirtlere yaşatıyordu.

Burada değerlendirilmesi gereken husus şudur: Cemaatin halktan gördüğü destek, hiçbir zaman ikinci kampa, yani içselleştirilmiş köle ruhuna yahut mağlubiyet ideolojisine verilen bir destek olmamıştı. Halk, ikinci kamp mensuplarının o “ev kölesi” ruhuyla söyledikleri bin türlü ümit kırıcı laf arasında yer alan hakikatlerin farkındaydı.

Doğruydu: henüz çok zayıftık. Doğruydu: bir medeniyet kuracak, yahut kadim medeniyetimizi ayağa kaldıracak yeterli hazırlığımız yoktu. Doğruydu: çok çalışmamız lazımdı. Doğruydu: batıyı bilmeli, düşmanı tanımalıydık. Doğruydu: yüksek kalitede organizasyonlar yapma, müesseseler kurma kabiliyetleri geliştirmeliydik. Doğruydu: bunlar olmadan olmazdı!

Aslında Anadolu insanı, cemaate tam da bu eksiklikleri giderme iddiasında olduğu için sahip çıkmıştı. Japonlar gibi, Çinliler gibi, Hintliler gibi bütün itirazlarını bir kenara fırlatıp, batı medeniyetinin korkunç cinayetlerini olmamış saymayı, bir de üstüne üstlük o medeniyetin çarklarını çeviren gönüllü köleler olmayı nasıl kabul edebilirdi? Hele bu yolda batı medeniyeti adına sömürge komiserliği görevini üstlenip kendisine zulmedenlerin vesayetinden henüz kurtulmuşken, aynı vesayetin yeşil renge boyanmışına nasıl razı gelebilirdi?

Anadolu insanı yurt dışında okul açanları neden destekliyordu? Neden çocuklarını Afrika çöllerine yahut Asya steplerine gönderiyordu? Neden finanse ediyordu okulları? Amerika’ya sadık, tecrübeli, dil bilen sömürge komiserleri yetiştirmek için mi? Hayır! İla-yı kelimetullah için orada biliyordu gidenleri. Batının dünyanın boğazını sıkan elini bir gün tutup arkasına kıvıracak, ona diz çöktürecek, zalimlerden yaptıklarının hesabını soracak kahramanlar yetiştiriliyor sanıyordu.

Ne zamanki “ev zencileri”, efendilerinin canını sıkıyorlar diye “tarla zencilerine” hücum etti, işte o an tüm hüsn-ü zan kaleleri yıkılıverdi.

Son olarak birinci kampla ilgili bir iki düşünce…

Hz. Peygamber, bedeviler arasında İslam’ı anlatmaya başladığında bir tarafta Roma, bir tarafta İran medeniyetleri vardı. Hz. İsa Hıristiyanlığı tebliğe başladığında Roma bir heyula gibi karşısında dikiliyordu. Hz. Musa ise karşısında firavunları ve kadim Mısır medeniyetini bulmuştu. O kadar “parlak medeniyetlerdiler” ki bunlar, hiçbir rasyonel analist, “yüce efendilere” meydan okuyan bir avuç zayıf insana başarı şansı vermezdi. Ama tarih öyle işlemiyor işte! Tüm o parlak medeniyetler toprak oldu gitti ama o peygamberlerin ümmetleri bugün hâlâ tarih sahnesindeler. Ama onlar “peygamberdiler” denilebilir… Doğru, ama Allah’ın resullerine ikramını, o resullerle gönderdiklerine uymak için çabalayanlardan esirgeyeceğini kim söyleyebilir?

Aç ya da tok, zengin ya da fakir, kuvvetli ya da zayıf olmamız, imtihanımızı değil, sadece imtihan oluş şeklimizi değiştirir. Müslüman’a düşen, her şartta şunun bunun değil, Allah’ın muradının ne olduğunu araştırıp ona göre hareket etmektir.

12 Nisan 2015 Pazar

Mavi mi Kırmızı mı? (2)

İnsanı Yenilmek Değil Pes Etmek Tüketir


“Savaşma arzusu tüm bozgun mekanizmalarının merkezinde durur… Daima düşmanın direnme kapasitesi ve arzusunu kırmanın bir yolu aranmalıdır.

Huba Wass de Czege (Amerikan ordusu School of Advanced Military Studies okulunun kurucu müdürü ve hava-kara savaş doktrininin mimarı.)


Önceki yazımızda insanımızın, Batı medeniyeti karşısında benimsedikleri tutuma göre iki kampta kümeleştiğini anlatmış, birinci kamptakilerin yeniden güçlü bir medeniyet kurarak batı medeniyetinin karşısına dikilmenin hayalini kurduklarını, ikinci kamptakilerin ise imkânsız gördükleri bu hayaller peşinde maceraya atılmanın yanlış olduğu düşüncesiyle bunun yerine teslimiyetçi politikalar taraftarı olduklarını söylemiştik.

İlk kamptakilerin yaklaşımının kökleri, bir zamanlarının süper gücü olmanın genlerimizde bıraktığı izlerde bulunabilir belki. Ama ya ikinci kamptakilerin görüşleri? Onların kaynağı ne?

İkinci kamptakilerin “fikirlerinin” köklerini, yıkılan Osmanlı’nın son demlerinde başlayıp cumhuriyet tarihi boyunca devam eden, son derece detaylı ve sinsi bir sosyal mühendislik çalışmasında aramak gerekir. Adım adım güçlenip, kendisini rasyonalitenin üzerine inşa eden modern batı medeniyeti, kendisi için asırlarca en büyük tehdit olarak gördüğü Osmanlı’yı mağlup edip parçalarken, elbette asıl zaferi sadece düşman ordularının perişan edilmesinde, şehirlerinin işgalinde, zenginliklerine el konulmasında, liderlerinin elde edilmesinde görmeyecekti. Düşmanın direnme kapasitesinin yok edilmesi asla kâfi değildi, direnme “arzusunun” da kesinlikle yok edilmesi şarttı.

Üç kıtada bir zamanlar “pax ottomanica” şemsiyesi altında gölgelenen halklara kur(dur)ulan her “devletçikte”, Osmanlı padişahının düşüp parçalanan tacından saçılan her parçanın uydurma bir krala tac olduğu her “Ortadoğu ulus devletinde” aynı temel prensip benimsenmişti: insanların batı medeniyetinde karşı direnme arzusunu ve itirazını ilelebet yok etmek!

Bu ülkelerin en mühimi, en kritiği olan Türkiye’de kölece bir batı hayranlığının, taklitçiliğinin yeni kurulan devletin esas politikası olması tesadüf değildir. Her türlü direnme fikrinin akıllarda, kalplerden kazınıp çıkartılması için benimsenecek motto ise “yurtta sulh cihanda sulh” olacaktır.

Çok derinlere gömülmüş olsa da ölmeyip depreşecek “direnme isteği” tehlikesini bertaraf etmek için bir başka fikrin zihinlere nakşedilmesine çalışılır: Batı medeniyeti çok ileridedir. Biz çok gerideyizdir. A’dan z’ye her işimiz bozuktur. İnsanlık için artık batı medeniyetinden gayrı bir medeniyet alternatifi kalmamıştır. Bütün insanlık için tek ve doğrusal bir gelişme modeli vardır ve tek yol batının geçtiği yollardan geçmektir. Hedefimiz “muasır medeniyet seviyesini yakalayıp üstüne çıkmaktır”. Ama o muasır medeniyet almış başını giderken ve her adımda farkı açarken bu nasıl mümkün olabilir? Tut ki oldu, biz batı medeniyetinin izlerini adım adım takip ederek batı medeniyetini geçsek medeniyetimiz zaten batı medeniyetinin bizzat kendisi olmayacak mıdır? O halde batı medeniyetiyle çatışmanın, batı medeniyetine karşı direnmenin mânâsı nedir?

İşte doksan senelik sosyal mühendislik çabalarının mahsulü bahsettiğimiz ikinci kamptır. 

Birinci kamp ise bir “anomali” yahut üretim hatasıdır. Tüm çabalara rağmen o irrasyonel direnme fikrini dimağlarının bir köşesinde saklamış, ilk fırsatta da ortaya koymaktan çekinmemiş “kalın kafalı” insanların kampıdır.

Bugün iki kamp kıyasıya çatışmaktadır.

Bu konuyu üçüncü bir yazıyla bağlamaya çalışacağız.


Twitter: @salihcenap

5 Nisan 2015 Pazar

Mavi mi kırmızı mı? (1)

Bu senin son şansın. Bundan sonra geri dönüş yok. Mavi hapı alırsan, hikâye biter, yatağında uyanırsın ve her neye inanmak istiyorsan inanırsın. Kırmızı hapı alırsan, harikalar diyarında kalırsın ve ben de sana tavşan deliğinin ne kadar derinlere gittiğini gösteririm.
Morpheus - Matrix



Bugün ülkemizde gittikçe derinleşen bir tartışma, bir çatışma var.

Entelektüellerimiz, kanaat önderlerimiz, düşünürlerimiz ve tabiatıyla onların rehberlik ettikleri kitleler arasında son yıllarda iyice tebarüz eden, tohumları yüz sene önce atılmış çok temel bir çatışma ki nedense kimsecikler o temel çatışmadan bahsetmiyor.

İnsanımız basitçe iki kampa ayrılmış vaziyette.

Birinci kamptakiler, gücünün zirvesinde, zengin, hâkim -ama köhnemiş ve yozlaşmış- batı medeniyetinin karşısına bir alternatif medeniyet tezi ile çıkma idealini seslendiriyorlar.

Gücünü ve hâkimiyetini dünyanın geri kalan halklarını, gerek gizleyip saklamadan açıktan, gerekse kapitalizm postuna gizlenmiş bir sömürgecilik anlayışı ile sömürerek elde eden zalim batı medeniyetine dur demekten, direnmekten bahsediyorlar. Bunun için, yeniden küllerinden doğacak bir medeniyetin hayaliyle yanıp tutuşurken, yeniden kuvvetlenip sadece kendimizin değil, ezilen, sömürülen tüm milletlerin hamisi ve müdafii olarak yeniden tarih sahnesine çıkacağımız günlerin bizi beklediğine inanıyorlar.

Birinci kampın mensupları, ideallerini gerçekleştirmek için bir an vakit kaybetmeden elde ne varsa onunla direnişe geçme derdindeler. Elbette entelektüel uçurumun farkındalar ama muhtemel bir yakın çatışmada daha kritik olacağını varsaydıkları unsurların elde edilmesini önceliklendiriyorlar.

Batıdan bağımsız bir savunma sanayii kurmak, kendi uçağımızı, tankımızı imal etmek, enerji bağımlılığından bir an önce kurtulmak vs. gibi.

İkinci kamptakiler ise, birinci kamptakilerin ham hayaller peşinde olduklarını düşünüyorlar.

Batının ileri teknolojisine, demokrasisine, şehirlerine, hukuk sistemine, refahına, zenginliğine, köklü müesseselerine, muazzam askeri gücüne bakıp böyle bir kuvvet karşısına çıkıp direnç göstermeyi intiharla bir sayıyorlar.

İnsanımızın eğitim seviyesinden, teknoloji üretme kapasitemize, tefessüh etmiş devlet kurumlarımızdan, hiç de ümit vaat etmeyen sanatçılarımıza, âlimlerimize, sporcularımıza bakıp, perişan halimizi işaret ederek ilk kamptakilerin irrasyonel hayallerine şaşırıyorlar. Eski medeniyetimizin diriltilemez şekilde yok olup gittiğine de yeni bir medeniyet vücuda getirmemizin imkânsızlığına da o kadar eminler ki, o boş hayallerin "bizi" "dünyadan" koparacağından bahsediyor, rasyonel herhangi bir temelden yoksun bu çılgın görüşlerin hepimizi büyük tehlikeye soktuğundan dem vuruyorlar.

Birinci gruba nispeten batıyı daha iyi bilen, batıyla teması çok daha fazla olan ikinci kampın mensupları, selameti batı medeniyetine mutlak bir teslimiyet ve çatışmasızlıkla “eklemlenmekte” görüyorlar.

Zaten makul ve mümkün görmedikleri "alternatif medeniyet" iddiasında olanların bu "tehlikeli" iddialarından derhal ve samimiyetle vazgeçmeleri gerektiğini ileri sürüyorlar.

Bugün yapmamız gerekenin, güçlü ve gelişmiş batı medeniyetine "eklemlenmek" için çalışmak, onlardan kabul görmek için çabalamak, kendimizi doğru tanıtıp anlatarak bizden onlara bir zarar gelmeyeceğini ispat etmek olduğuna inanıyorlar.

Şimdi bir yol ayrımındayız.

Hangi kampın yolundan gideceğiz?

Kırmızı hapı mı, yoksa mavi hapı mı alacağız?

Birinci kamptakiler yüreğimizin derinliklerinde taşıdığımız fıtrî bir teli titreştiriyorlar: Zulme dur demek, haksızlığa karşı çıkmak, hakkı tutup kaldırmak. Öleceksek zalimlerin safında değil, onlara karşı savaşanların safında ölmek.

İkinci kamptakiler daha mantıklı şeyler söylüyorlar: Çatışmasızlık, kavgadan uzak durma, maceradan kaçınmak, huzur, denge... Ama ne pahasına?

Bu konuya devam edeceğim…


Twitter: @salihcenap