18 Ocak 2011 Salı

Dövüş Kulübü


Gerçek bir intihar girişiminden çok, ümitsizce bir yardım çağrısının hikâyesi...


Bu yazının erkek okuyucularına bir kaç soru:

- En son ne zaman dövüştünüz?
- En son ne zaman kendinizi gerçek bir “erkek” gibi, cesur bir ‘delikanlı’ gibi hissettiniz?
- En son ne zaman bir yanlışlığa dur demek için yumruklarınızı sıkıp bir zorbanın üzerine yürüdünüz?

Cevaplarınız, “hatırlamıyorum” ya da “ne mânâsız sorular bunlar” gibi cümleler etrafında dolaşıyorsa, kendi hikâyenizden parçalar bulabileceğiniz bir filmden bahsedeceğiz.

Dövüş Kulübü 1999 yapımı bir film. Yönetmeni David Fincher olan filmde başrollerde Brad Pitt, Edward Norton ve Helena Bonham Carter rol almış. Gişede beklenen ölçüde başarılar göstermese de sinema tarihine en tartışmalı filmlerden biri olarak geçen Dövüş Kulübü, modern batı medeniyetine getirdiği şiddetli eleştirileri ile tartışılmayı, üzerinde düşünülmeyi hak eden, ilgi çekici bir film.

Genel olarak modernitenin sınırlarını belirlediği, çağdaş, batılı hayat tarzının derin bir eleştirisinin yapıldığı filmde, modern çağın ve kapitalizmin insanlara getirdiği psikolojik buhranlar, anarşizm, vandalizm, kimliksizlik, kıymetsizlik, şiddet ve pornografi gibi kavramlar üzerinde duruluyor.

Filmin, Edward Norton tarafından canlandırılan temel karakteri ve anlatıcısının bir ismi yok! Filmin önemli temalarından biri olan “kapitalizmin kişiliksizleştirdiği, kimliksizleştirdiği, sıradanlaştırdığı ve değersizleştirdiği modern insan” fikrini desteklemesi açısından bu isimsizlik oldukça anlamlı.

Aynı zamanda anlatıcı olan kahramanımız, filmin ilk saniyelerinde ağzına sokulmuş silah namlusuna bakıp “bir an için Tyler’ın kontrollü yıkım planını unutup silahın ne kadar temiz olduğunu düşündüm” diyor. Kahramanın bu sözlerinden, filmin ilerleyen dakikalarında şahit olacağımız şiddetin meşruiyeti ile ilgili vicdanî kuşkularının olduğunu anlaşılıyor. Zaten tüm film kişilik bölünmesi yaşayan bir adamın kendisiyle mücadelesi şeklinde geçiyor.

İlk sahnenin ardından, bir flash-back ile filmin hikayesine geçiyoruz. Kahramanımız sıradan Amerikalı bir vatandaş. Bir otomobil şirketinde, iyi bir işte çalışıyor, güzel bir dairede yalnız başına oturuyor. Tüm hayatı, içine doğup büyüdüğü kapitalist dünyanın görünmez baskılarıyla şekillendirilmiş. Onu sadece daha çok tüketmeye yönlendiren yaşadığı dünya, ona insan olduğunu, müstakil bir şahsiyet olduğunu hissettirmekten çok uzak. “Tıpkı birçok diğer insan gibi ben de IKEA yuva kurma dürtüsünün kölesi haline gelmiştim” diyen kahramanımız adeta IKEA kataloglarındaki mobilyaları satın almak için yaşar hale gelmiş. Adeta bağımlılık haline gelmiş bir hırsla mobilyalar aldığını anlatıyor. Her reklam kampanyasının, her pazarlama stratejisinin birinci elden muhattabı ve azad kabul etmez kölesi haline gelmiş olduğunu söylüyor. “Hangi yemek takımının kişiliğimi yansıttığını merak ediyordum” derken, satıcıların aslında onbinlerce farksız kopyasını sattıkları sanayi ürünleri hakkındaki pazarlama yalanları ile inceden inceye dalga geçiyor. Bu arada, “dürüst, çok çalışmak zorunda olan yerlilerce yapıldığı belli olsun diye mahsus hatalı üretilmiş cam tabaklardan bile almıştım” derken, kapitalizmin bir yandan insanı tüketmeye teşvik ederken, bir yandan da alttan alta vicdanları rahatsız etmesi gereken unsurları bile satış stratejisinin bir parçası yapabileceğini anlatıyor. Kahramanımızın, IKEA çağrı merkezindeki görevlinin telefondaki “lütfen bekleyin” sözlerine ölgün bir sesle “bekliyordum zaten” demesinin de sembolik bir anlamı bulunuyor. Yaşadığımız kapitalist dünya, satıcıların bizi mallarını satmak için bekleme kuyruğuna dizdiği bir dünya...

Kahramanımız ciddi bir uykusuzluk problemi yaşıyor. Gittiği doktorlar derdine bir çare bulamıyorlar. Uykusuzluk yavaş yavaş başka psikolojik sorunların başgöstermesine sebep oluyor. Zaten kişilik bölünmesi rahatsızlığının ve -dolayısıyla- Tyler Durden karakterinin ortaya çıkması da tam da bu döneme denk geliyor. Filmin ilerleyen bölümlerinde Tyler Durden’dan bahseden bir kişinin “bir akıl hastanesinde doğmuş, geceleri sadece bir saat uyuyormuş” sözleri zaten bu noktaya işaret ediyor.

Yaşadığı uyuyamama problemini aşmak için, doktorunun tavsiyesiyle “gerçekten acı çeken” insanların birbirlerine destek olmak için kurdukları grupların toplantılarına katılmaya başlayan kahramanımız, bu toplantılardan birinde tanıştığı Bob’a sarılıp doya doya ağladıktan sonra biraz rahatlıyor. Bob karakteri de oldukça sembolik bir karakter. Bob, aslında televizyon programları yapacak kadar ön plana çıkmış bir vücüt geliştirmeci. Steroidler, hormonlar kullandığı için kanser olan ve göğüsleri büyüyen Bob, kapitalizme hem özne hem nesne olarak hizmet etmiş ama yine kapitalizm tarafından her türlü şekilde kullanıldıktan sonra fırlatılıp atılmış, unutularak ölüme terkedilmiş bir zavallı.

Kahramanımızın Bob ile tanıştığı toplantı, sembolik anlamıyla filme esas teşkil eden temaya kuvvetli bir destek sağlıyor. Toplantı, kanser sebebiyle testisleri alınmış kişileri bir araya getiren bir toplantı ve “birlikte erkek kalalım” yazan bir panonun önünde yapılıyor. Artık erkekliklerinden şüphe eden ve bu fikrin yarattığı depresyonun üstünden gelmeye çalışan kişilerin toplantısının hiç de “erkekçe” bir toplantı olmadığını görüyoruz. Kendilerini inandırmak istercesine “evet biz erkeğiz, başka bir şey değiliz” diyerek birbirlerine sarılıp ağlayan erkeklerin trajik manzaraları müthiş! Derdini bir grup erkek önünde paylaşarak, hatta grubun içinde ağlayarak ve nihayet birilerine sarılarak ve sarıldığı kişinin omuzunda ağlayarak rahatlamak fikrinin hiçbir tarafının “erkekçe” olmadığı gayet aşikâr! Kahramanımızın da kapitalist düzen tarafından -tabiri caizse- “hadım edilmiş” bir kişi olması hasebiyle kendini ait hissettiği bir topluluk bulmuş olması, gerçekten incelikle işlenmiş akıllıca bir motif.

Bu sahnede dikkati çeken bir nokta da, “asgari acı, azami zevk arayışı” şeklinde formüle edilebilecek hedonist dünya görüşünün vaadettiği saadetin yerinde ancak hastalık bulan modern insanın, huzuru bilakis acıda, başkalarının dertlerini dinlemekte ve ağlamakta buluyor olması. Kahramanımız doyasıyla ağlamasının ardından “Özgürlüğü buldum. Tüm ümidi kaybetmek özgürlüktü” cümlelerini sarfederken aslında, ölüm yoluna girince tüm ümidini kaybeden insanların artık içinde yaşadıkları düzenin dayatmalarına aldırmaktan vazgeçmelerine gönderme yapıyor.

İnsanların bencilce çekildikleri dünyalarında, başka insanların varlığına, başka insanları dinlemeye ve onlara dertlerini anlatmaya duydukları karşı konulmaz ihtiyacın, ancak ölüme yaklaşırken su yüzüne çıkması da ibret alınacak bir nokta. “İnsanlar öleceğini düşününce seni gerçekten dinliyorlar yoksa sadece sıranın kendilerine gelmesini beklerlerdi” sözleri ile samimi bir dinleyici bulmanın neredeyse imkânsızlaştığı gayriinsanî, karanlık ve soğuk bir dünyanın hikâyesinin anlatıldığını anlıyoruz.

Bundan sonra filmin ana karakterlerinden Marla Singer hikâyeye dâhil oluyor. Marla, tıpkı kahramanımız gibi buhranlarına çare ararken, ölümcül hastalıklara yakalanmış insanların toplantılarını mesken tutan, ve yine tıpkı kahramanımız gibi psikolojik açıdan mahvolmuş biri. Hayatı, her an ölecekmiş gibi yaşıyor, yoğun trafiği umursamadan yola atlıyor, başkalarının umûmî çamaşırhanelerde bıraktığı giysileri çalıp satarak karnını doyuruyor.

Kahramanımızın kendisi gibi, hasta olmadığı halde o toplantılara devam eden biri - başka bir yalancı- olduğunu keşfettiği andan itibaren “derde deva” toplantıların da tüm büyüsü bozuluyor ve uykusuzluk illeti geri geliyor. Çünkü yalan ve illüzyon, nefret edilen ve onları hasta eden düzenin temel bileşenleri. Uçaklarda yer alan acil durum bilgilendirme kartlarındaki çizimlere bakarken “güvenlik illüzyonu” kelimelerini işitmemiz de aslında kahramanımızın varlığını saran her türlü illüzyona ve yalana tepkisi olarak değerlendirilebilir.

Kahramanımızın çalıştığı şirkette yaptığı vazife gereği, sürekli ülkenin değişik yerlerine uçarak seyahat ettiğini, insan hayatlarını hiçe sayarak ölümlerin bile formüllere döküldüğü mâliyet hesaplarıyla kârını maksimize etmeye çalışan bir otomotiv şirketinin elemanı olduğunu daha sonra görüyoruz. Uçuşlar esnasında kullanılan tek kullanımlık şeker, krema, tereyağı ve derken tek kullanımlık arkadaşlardan bahseden kahramanımız aslında kapitalist endüstri toplumunun fert ile ilişkisine de gönderme yapıyor. Bu düzende tüm fertleriin, müşteri olduğu esnada geçici bir anlam ve özel bir kıymet kazanıp, sonra -tekrar- anlamsızlaşan, -tekrar- bir “hiç” mesabesine inen kapitalizm nesneleri olduğu anlatılıyor belki de. Seyahatleri esnasında bir kazada ölmeyi arzulayan, ama bunu düşünürken bile sigortadan ödenecek parayı hesaplayan kahramanımız, kafası allak bullak olmuş bir “kapitalizm nesnesi” olarak karşımıza çıkıyor.

Tek kullanımlık ürünlerin ekonomi çarklarının sürekli dönmesi için ekonomistlerin bir icadı olduğu da bilinen bir gerçek. Özellikle 1950’lerden sonra yaygınlaştırılan tek kullanımlık eşyaların, insanların sahip olduklarını yenileme döngülerini, mecburi bir tempoya soktuğu söylenir. Böylece insan sürekli tüketip yeniden almak üzere programlanmış bir robota dönüştürülmeye başlanmıştır.

Çocukluk hatıralarını boyası dökülmüş yelelerinde saklayan basit, demirden bir oyuncak atın, ilk gençlik ürpertilerini dişlerinde bulabileceğiniz bir kemik tarağın, eski, rengi atmış el örgüsü bir kazağın, biraz yıpranmış olsa da işini kâmilen gören bir koltuğun, bugünün dünyasında yeri ancak çöplükler olmuştur.

Kahramanımızın hayatında, evinin havaya uçmasıyla yeni bir perde açılıyor. Polisin “arayabileceğiniz kimse var mı?” sorusu adeta cevapsız kalmaya mahkum. Bütün hayatını üzerine kurduğu mobilyaların, yanmış, paramparça olmuş kalıntılarına bakıp “Ne utanç verici: bir ev dolusu sos var ama yemek yok” diye söylenen adamın trajedisini izliyoruz. Tyler Durden karakterinin devreye tam girdiği an da bu oluyor. Tyler Durden karakteri aslında kahramanımızda olmayan ne varsa ona sahip bir karakter. Her şeyden önce kapitalist düzenin bütün zincirlerinden kurtulmuş biri. Korkusuz, gözü kara bir “delikanlı”. Filmin unutulmaz repliklerinin bazılarını bu sahnede tespit ediyoruz:

… Evet biz tüketiciyiz. Bir hayat tarzı takıntısının yan ürünleriyiz. Cinayet, suç, fakirlik. Bunlar beni ilgilendirmiyor.Benim için önemli olan magazin dergileri, 500 kanallı televizyon...iç çamaşırımda kimin adının yazdığı, Rogaine, Viagra. Olestra...


...Sonunda, sahip oldukların sana sahip oluyor...


Ve bu noktadan sonra filme adını veren “dövüş kulübünün” temellerine ilk harç atılıyor. Filmin özellikle “erkeklik” ve “delikanlılık” vurgusu çok belirgin. Modernitenin ve kapitalizmin tabiri caizse “kadınlaştırdığı” erkeklerin yumruklarını tekrar sıkıp, erkekliklerini hatırlaması ve onları bu noktaya getiren herkes ve her şeyden intikam almaları işleniyor.

Tyler Durden “hiç bir yara izine sahip olmadan ölmek istemiyorum” derken, medenilik, modernlik kisvesi altında “hanım evladı” olmaya, “kız gibi” olmaya tepkisini gösteriyor. “Biz kadınlar tarafından büyütülmüş bir erkek nesliyiz. Aradığımız cevabın, gerçekten başka bir kadın olduğundan şüpheliyim” repliği oldukça ilginç. Daha küçük bir çocukken babası tarafından terkedilen ve bir erkek rol modelinden mahrum olarak, annesi tarafından yetiştirilen bir çok Amerikalı erkeğe gönderme yapan bu cümlelerden çıkartılabilecek bazı neticeler var. Hristiyan batı medeniyetinde bilindiği üzere tanrı-baba eşleştirmesi yaygındır. Aslında babası tarafından terk edilen çocuktan bahsederken, tanrısını kaybeden, hatta tanrı tarafından mahsus terk edildiğini düşünen bir nesilden bahsedilmiş oluyor. Babanın umursamazlığından bahsederken, tanrının umursamadığı ve değer vermediği bir nesilin durumuna telmih yapılıyor. Tyler Durden’ın unutulmaz repliğini olduğu gibi buraya alıyorum:

Lanet olsun bütün bir nesil benzin pompalıyor.

Garsonluk yapıyor ya da beyaz yakalı köleler oluyorlar.

Reklamlara kanıp araba ve kıyafet kovalıyorlar.

Nefret ettiğimiz işlerde çalışıp ihtiyaç duymadığımız şeyler alıyoruz.

Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız.

Ne bir amacımız var ne de bir yerimiz.

Ne büyük savaşı yaşadık ne de büyük buhranı.

Bizim savaşımız, ruhani bir savaş

En büyük buhranımız: hayatlarımız.

Televizyonla büyürken bir gün milyoner bir film yıldızı ya da Rock yıldızı olacağımıza inandık ama olmayacağız.

Bunu yavaş yavaş öğreniyoruz ve çok ama çok kızgınız...


Bahsedilen kızgınlık hızla büyüyen bir şiddete dönüşüyor.

Tyler Durden’ın evi ve işyeri “Kağıt Caddesi”nde. İş yerinin adı “Kağıt Caddesi Sabun Şirketi” Kağıdın, modern-kapitalist nizamın, “erkekliğini yeniden hatırlayan mağdurlarının” kolayca paramparça edebilecekleri kartondan müesseselerini işaret ettiği düşünülebilir. Sabunu ise kirleri temizlemekte kullanılan bir vasıta olarak ele alırsak, hammadesi sabun olan patlayıcıların da sistemin kirlerini “temizlemekte” kullanılması şeklinde bir mazmuna ulaşabiliriz.

Filmde bunun gibi birçok gönderme, sembolik anlatım, kelime oyunları tespit etmek mümkün. Bunlardan örnekler verecek olursak;
  • Sadece bir dolara bitpazarından aldığını söylediği elbise için Marla şunları söylüyor: “Birisi bu elbiseyi bir günlüğüne çok sevmiş, sonra bir köşeye atmış. Bir Noel ağacı gibi.” Bu sözlerde tüketim toplumuna, kutsalları bile tek kullanımlık metalara çeviren kapitalist sermayeye gösterilen tepkiyi bulmak mümkün.

  • Dövüş kulübüne ev sahipliği yapan barın sahibi Lou, Tyler Durden’ı öldüresiye dövdüğünde, Durden kendisini mahveden ve iğrenç bir hale koyan kişiye, kendi sebep olduğu kanı, iğrençliği bulaştırma tehdidiyle istediklerini elde ediyor. Aslında kendini rezil bir hale koyduğunu düşündüğü topluma, düzenin kurumlarına karşı organize ettiği saldırılar da mantıken farklı değil.

  • Tyler Durden, birer askere dönüştürdüğü dövüş kulübünün mensuplarına ilk görev olarak, çatılara çıkıp antenleri parçalamayı veriyor. Bu hamle yüzlerce kanallı televizyonun kölesi haline gelen modern insanı kurtarma yahut en azından uyandırma girişimi olarak değerlendirilebilir.

  • Marla telefonda “bu gerçek bir intihar girişimi değil, daha çok yardım çağrısı gibi bir şey” derken içimizi acıtıyor. Aslında “dövüş kulübü” fikrinin kendisi de bir intihardan çok yardım çağrısı olarak değerlendirilebilir.

  • Dövüş kulübünün militanlara dönüştürülen mensuplarından, siyah kıyafetler getirmeleri isteniyor. Bilindiği gibi siyah anarşistlerin rengidir.

  • Filmin bir yerinde anlatıcı “dövüş kulübünde biz Tyler’a inanıyorduk - (In Tyler we trusted)” diyor. Bu ifade bir doların üzerinde yazan “biz tanrıya inanıyoruz - (In God We Trust)” ifadesine yapılan bir gönderme.

  • Araba kazasından hemen sonra, ölümden şans eseri kurtulup yara bere içinde arabadan çıkan Tyler Durden, “az önce hayata yaklaşma tecrübesi yaşadık (We've just had a near-life experience!)” diyor. Aslında İngilizce’de sık kullanılan “ölüme yaklaşma tecrübesi (near-death experience)” kalıbı üzerinde bir kelime oyunu yapılıyor.

  • Tyler Durden, dövüş kulübü mensuplarına “gentlemen” diye hitap ediyor. Centilmen kelimesi, özellikle bizim lisanımızda biraz anlam kaymasına uğramış bir kelime. Bizde sadece kibar, efendi, muaşeret kurallarını iyi bilen ve tatbik eden mânâlarında kullanılan bu kelime aslında tüm bu anlamların yanısıra “erkeklik”, “delikanlılık” ve “özgürlük” anlamlarını da ifade ediyor. Mesela kelimenin yaygın kullanıma kavuştuğu yılların İngiltere’sinde centilmen kıyafetinin mütemmim cüzünün bir kılıç olduğu biliniyor. Başka bir deyişle “kılıçsız” centilmen olunmuyor.

  • Tyler Durden telefonda polisle konuşan kahramanımıza kendisinden “mülkümü yok ederek kendimi bulmamı sağlayan kişi” şeklinde bahsetmesini söylüyor. Mülke, mülkiyet fikrine karşı çıkış, Kropotkin, Bakunin, Proudhon ve hatta Marks gibi birçok düşünürün çeşitli seviyelerde benimsediği bir anlayış. İlk anarşist düşünür Pierre-Joseph Proudhon’un 1841’de yayınlanan “Mülkiyet nedir?” başlıklı kitabında verdiği cevap meşhurdur: “Ben, vatandaşlar, -çok iyi bildiğiniz gibi- o kelimeleri yazan adamım: mülkiyet hırsızlıktır. sözlerimi geri almıyorum, tanrı korusun. ... mülkiyet hırsızlıktır dediğimde ortaya bir ilke koymuyorum, aksine varılan bir sonucu ifade ediyorum. aradaki müthiş farkı kolaylıkla kavrayacaksınız.” Ursula K. Leguin’in Türkçe’ye “Mülksüzler” ismiyle çevirilen ve bir anarşist ütopya kurgusu olan roman da tam olarak bu teorik görüşün pratik uygulamalarının nasıl olabileceği üzerine bir denemedir.

  • Kahramanımız “dövüş kulübünde mesela kazanmak ya da kaybetmek değildi, meselenin kelimelerle ilgisi yoktu, histerik çığlıklar daha çok bir pentekostal kilisesi ayininde olduğu gibi anlamsız mırıldanmalardı” diyor. Pentekostal kilise, özellikle 1900’lerin sonuna doğru kıyametin kopacağın ve mesihin geleceğine inanan hristiyanlarca benimsenmiş bir dini akım. Muharref İncil’in tanrı kelamı olmadığını bilen bu insanlar anlamsız kelimeler mırıldanırlar ve bunun tanrının gerçek dili olduğunu ve ancak bazı ruhani seviyelere erişmiş kimselerin bu sözleri anlayabileceklerini söylerlermiş. Bu benzetmeyle dövüş kulübü fikrinin ardında, şuursuzca da olsa bir kurtarıcı, yahut ilahi bir hedef arayışı olduğu hissettiriliyor.

  • Kimliksizleştirilmiş babasını -ve tanrısını- kaybetmiş insanlar adına konuşan Tyler Durden “Tanrı’nın kızdığı kişiler olmak en kötüsü değil” derken daha kötüsünün, tanrının en ufak bir değer verip dikkate bile almadığı sıradan, kimliksiz, şahsiyetsiz, amaçsız kişiler olmak olduğunu söylemek istiyor.
  • Eski dostu Bob bir eylem esnasında polis kurşunu ile öldürüldüğünde onu sessizce bahçeye gömmek isteyen adamlarına şiddetle tepki gösteren, ölen kişiye insan gibi muamele edilmesini, arkadaşının isimsiz ve yok edilmesi gereken bir kanıt muamelesi görmesine razı olmayan kahramanımızın sözleri elemanlarca anlaşılamıyor. Elemanlar ölen kişinin bir tür “şehit” muamelesi görmesi gerektiğine inanıp “onun adı Robert Paulsen” cümlerini sloganlaştırarak tekrarlamaya başlıyorlar. Böylece sistem içinde kimliksizleştirilen insana en azından ölümünden sonra bir şahsiyet sahibi olma şansı veren bir anlayışa sahip olduklarını düşünüyorlar.


Filmin final sahnesi gerçekten çok etkileyici. Finalde, artık psikoljik rahatsızlığının ve ikinci kişiliğinin tamamen farkına varan kahramanımız, başlattığı yıkım projesinin, artık durdurulamayacak bir noktaya geldiğini görüyor. Bu “çılgınlığa” bir son vermek için intihar dahil her şeyi deneyen kahramanımıza filmin son karelerinde, modern putlar gibi birbiri ardına patlatılarak yıkılan gökdelenleri, kredi kartı şirketlerinin binalarını ve global ölçekte faaliyet gösteren dev şirketlerin merkezlerini seyretmekten başka yapacak bir şey kalmıyor. Modern batı medeniyetini “sıfırlamak” ve “başa döndürmek” maksadıyla birincil hedef olarak kredi kartı merkezlerinin belirlenmiş olması son derece ilginç.

Dövüş Kulübü filmi, ihtiva ettiği bir çok mesaj dikkate alınarak seyredilmesi gereken bir film. Kapitalizmin modern insanı hem manen hem maddeten sürüklediği felaketi tüm çıplaklığıyla göstermesi açısından son derece kıymetli ve ibretlik bir eser.

Salih Cenap
18 Ocak 2011

11 Ocak 2011 Salı

Provake Edilmiş Kollektif Bir Cinnetin Sarsıcı Hikâyesi






Hotel Ruanda filmi, Ruanda katliamından tam on sene sonra 2004 yılında çekildi. Katliam esnasında yaşanmış gerçek bir hadiseyi sinema diline döken bu sarsıcı film, üç dalda akademi ödüllerine aday gösterildi. Amerikan film enstitütüsünün bütün zamanların en ilham verici yüz filmi listesine aldığı film, seyreden herkes üzerinde kuvvetli tesirler bırakan bir film olarak sinema tarihine geçti.
Sinema filmlerinde tecrübeli seyirciye asıl tesir eden, alt metinler ve kullanılan semboller oluyor. Hotel Ruanda filminin batılı yapımcılarının tespit ettiği hakikatler ve bunları hem doğrudan hem de semboller vasıtasıyla anlatış biçimleri takdire şayan. Naçizane, filmde yakaladığımızı düşündüğümüz birkaç ilginç noktayı küçük yorumlar eşliğinde paylaşmak istiyoruz.

Filmin İrlanda’lı yönetmeni Terry George, sadece oryantalist bakışından kurtulup meseleyi sömürülen halklarının gözünden ele alıyor. Bununla da kalmayıp ortalama üçüncü dünya aydını kavrayışının da ötesine geçen müthiş bir kavrayışla bize kendi hikayemizi anlatıyor.

Film, batının tüm üstyapı kurumlarına neredeyse tapacak derecede hürmet ve muhabbet gösteren Ruanda’lı otel müdürü Paul Rusesabagina’nın şahsında, ortalama bir üçüncü dünya ülkesi vatandaşının hayata bakışını anlatarak başlıyor. Ceketiyle, kravatıyla, ütülü gömleğiyle, batılı “efendilerin” yaptığı gibi belli bir “puro” markasına kıymet vermesiyle batılılarla paylaştığı zemini daha genişlettiğini düşünen bir otel müdürü izliyoruz. “Stil” kelimesi öne çıkıyor. Aslında otel müdürünün övüp göklere çıkardığı “stil” batı dünyasının kabuğunda görebildiğimiz her şey. Müdürün, bir statü belirleyicisi sandığı şuursuzca bağlılığın, ülkede üst düzey askeri bürokratlar, zengin iş adamları gibi diğer ileri gelenlerce de paylaşıldığını görüyoruz.

Batılılarla temas alanı nispeten geniş olan iş adamları ve bürokratlar, “batılılıkları” ile kendi halklarının içinde müstesna bir mevki kazandıklarını düşünmekle kalmıyor, yeterince medenileşememiş vatandaşlarına kimi zaman küçümseyen, kimi zaman acıyan nazarlarla bakıyorlar. Hatta yer yer kendilerine, “vahşi vatandaşlarını ıslah etmek” gibi bir misyon dahî belirliyorlar.
Yönetmen, sömürgecilerin dünyanın değişik bölgelerinde uyguladıkları yöntemlerin ortak paydasını incelikle anlatıyor. Sömürülecek ülkede sömürgeci güçlere yardımcı olmak üzere bir azınlık grubu tespit ediliyor. Bu gruplar, bazen ideolojilerine, bazen dinlerine, olmadı mezheplerine ve nihayet -ekseriyetle- ırklarına göre seçiliyor. Azınlık teşkil eden gruplar, sömürgeci efendiler eliyle, çoğu kez de kanlı yöntemler vasıtasıyla iktidara getiriliyor. İktidarlarının hiçbir meşru temeli bulunmayan gruplar, tahtlarının biricik güvencesi gördükleri sömürgeci güçlere bir avcı köpeği sadakatiyle bağlanırken, mevcudiyetlerine tehdit olarak algıladıkları kendi halklarına zulmetmekten de geri durmuyorlar.

Mısır’dan, İran’a, Suriye’den Libya’ya kadar birçok ülkede, daha ilk bakışta derhal teşhis edilebilecek kadar klişeleşmiş bu sömürgecilik yöntemi, ne acıdır ki sömürge aydınları için her daim bir muamma (!) oluyor. Kendi halkına oryantalist gözlüklerle bakmayı hayat tarzı olarak benimsemeye gayret eden elitler, elbette baktıkları yerde hakikati deği,l hakikatin çarpıtılmış bir versiyonunu görüyorlar sadece.

Gözünü para hırsı bürümüş iş adamlarının nasıl kolayca, sömürgeci değirmenine su taşımaya başlayacakları da filmde çok güzel vurgulanıyor. Bir katliam tasarımında kendilerine biçilen rolü gayet mâhirâne oynayan iş adamları, kendi halklarının, belki anne-babalarının, belki yavrularının kanlarını dökecek, müthiş işkenceler altında tarifsiz acılarla ölmesine sebebiyet verecek silahları ülkeye ithal edebiliyor. Bu rezil ticaretin, vicdanları nasıl rahatsız etmediği, nasıl kanatmadığı da incelemeyi hak eden bir konu olarak ortaya çıkıyor.

Bugün Ruanda katliamının acı hatıralarının segilendiği müzeler var. Buralarda yukarıda bahsettiğimiz tüccarlarca Çin’den tanesi on sent gibi düşük fiyatlara alınmış palalarla kafatasları parçalanmış küçücük masum çocukların acı içinde takallüs etmiş cesetlerini görmek mümkün. O çocukların dökülen kireçle bembeyaz kesilmiş küçücük bedenleri, bu tarifsiz acılar yaşanırken korkunç cinayetlere bigâne kalan bir umursamazlık çağının, bunların olmasına müsaade eden insanlığın günahlarının tecessüm etmiş hali gibi adeta...

Umursamazlığın bir kanser gibi sardığı çağımıza bakınca Aldous Huxley’in 1931’de ortaya attığı karanlık gelecek tasavvuru gerçekleşmiş gibi görünüyor. Bu öylesine yaman bir hastalık ki adeta herkesi kuşatıyor. Filmde bu mevzuya da göndermeler var. Cevval bir batılı muhabirin, çektiği katliam fotoğraflarının batı televizyonlarında gösterilecek olmasına memnun olan, bundan bir kurtuluş ümidi yeşertmeye çalışan otel müdürüne boşuna heveslenmemesi için söylediği şu sözler gibi: “İnsanlar bu görüntüleri gördükleri zaman, aman tanrım bu korkunç diyecekler, sonra yemeklerini yemeye devam edecekler.”

Yine umursamazlığa vurgu yapılan başka ilginç bir sahne de otel müdürünün oğlunu, evinin bahçesinde kanlar içinde bulduğu, kucaklayıp evine getirdiği ve nihayet çocuğun üzerine bulaşan kanların çocuğa ait olmadığını anlayıp da rahatladığı sahne. Babası rahatlasa da yaşadığı dehşetin tesiriyle içine kapanan, dili tutulan çocuk film boyunca içimizi sızlatan bir motif oluyor. Burada da babanın rahatlaması her ne kadar insanî bir refleks gibi görünse de “onun kanı değilmiş” sözleri, başkasının kanını daha az umursamayı işaret eden sözler. “Önemli olan ailedir” sözü gibi “onun kanı değilmiş” sözünün de yanlışlığı filmin ilerleyen dakikalarında ortaya konuyor. Bu sözlerin sahibi otel müdürü, ailesinden de, kendi kanından da olmayan bine yakın insanın hayatlarını kurtarma pahasına kendi hayatını riske atıyor.

Filmin belki de en vurucu sahnesi, otel müdürünün, hayat tarzlarına hayran olduğu, ahlaklarından şüphe duymadığı, o çok güvendiği batılıların onları bir kanlı cinnetin ortasında ölüme terkedip gittiklerini öğrendikten sonra kanlı gömleğini değiştirmek için odasına gitmesiyle başlıyor. Temiz gömleklerinden birini sırtına geçirip, batılılığının simgesi kravatını bağlamaya çalışırken öyle bir an geliyor ki artık Paul sükunetini muhafaza edemiyor. Önce kravatını, sonra gömleğini parçalayarak çıkarıp atıyor. Kanlı olanın, gömleklerden biri değil de, belki gömlek giyerek ulaşmaya çalıştığı “medeniyet” olduğunu anladığı müthiş bir an bu. Filmin başrol oyuncusu Don Cheadle bu sembolik sahneyi unutulmaz bir performansla adeta hafızalarımıza kazıyor.

Otel müdürü Paul’ün, otel personeliyle ilişkileri üzerinden dikkat çekilen noktaları da tespit etmek gerekiyor. Müdür, personele otelin seviyesinin düşürülmemesi ile ilgili bir nutuk çekiyor. Dışarıda bir katliam süregiderken ve insanlar çaresizce sıkıştıkları bir çıkmazda ölümü beklerken yapılan bu anlamsız istek, müdürün aldığı batılı terbiyeyle izah edilebilir belki. Kendilerini ölüme terkeden batılılar yağmurdan zarar görmesin diye son adımlarında bile şemsiye tutmaya çalışan zenci kominin davranışı ile bu davranış bir paralellik arzediyor sanki. Dünyanın tüm geri kalmış ülkelerinin, ancak batı medeniyetin geçtiği safalardan bir bir geçerek, batının ayak izlerini takip ederek “yükseleceği” kabulü, bu ülkelerin aydınlarını “muasır medeniyetler seviyesine ulaşma” şeklinde formüle edilen bir hedefe taşıyor. “Seviyeyi yükseltme” fikri çerçevesinde yoğunlaşan gayretler, aslında her alanda düşük seviyeliliğin, ezikliğin, eksikliğin, yetersizliğin zımnen kabulü anlamını taşıyor.

Otel personelinin kendisini idareci olarak tanıması için müdür Paul’un müdürü olduğu otelin Belçika’daki sahiplerinden bir belge istemesi de, daha sonra o belgeyi yırtarak çalışanlarına mesaj vermesi de ibretlik sembollerden. Sömürgelerde idarecilerin meşruiyet problemi yaşadıklarını, yahut özellikle böylesine bir problemi yaşaması muhtemel kişilerin sömürgecilerce idareci yapıldığını yukarıda anlatmıştık. O belgeyi yırttığı andan itibaren Paul, Hôtel des Mille Collines müdür yardımcısı olmaktan, tabiî bir lider olmaya terfi etmiş oluyor. Bir yerde Paul’un ağzından dökülen “bana onlardan biri olduğumu söylemişlerdi” cümlesi kandırıldığını anlayan Paul’ün derin pişmanlığını ve acısını gözler önüne seriyor.

Filmde kızıl haç gönüllüsü Pat Archer rolünü başarıyla oynayan Cara Seymour bize Filistin’de İsrail tankları altında can veren Rachel Corrie’yi hatırlatıyor. Onun katledilen çocukları seyretmeye zorlandığını anlattığı ve bir çocuğun “ne olur beni öldürmeyin, bir daha Tutsi olmayacağım” dediğini aktardığı sahne kalbi, vicdanı olan herkesi derinden sarsıyor. İnsanın annesini, babasını, ırkını belirleyemeyeceği, bir kötü huy gibi terkedip değiştiremeyeceği hakikati havada öylece asılı dururken, hâlâ ırkçılık yapabilenlerin zavallı muhakemeleri, acınası düşünce tarzları gözler önüne seriliyor. Film seyircilerine, bir insan yavrusunu sırf filanın oğlu ya da kızı diye katledebilenlerin ancak bir tımarhanede yahut hapishanede mevcudiyetlerini sürdürmelerine izin verilebileceği gerçeğini bir kez daha hatırlatıyor.

Anlatılan “muz cumhuriyetlerinde” batı taklit edilerek kurulan uydurma düzenin, sahte devlet kurumlarının, aslında bir kandırmacadan ibaret bürokratik yapının derin bir tenkidi de filmde yerini buluyor. Hemen her türlü kanunsuzluğun rüşvet karşılığı yaptırılabildiği, parasının itibarî değeri bir anda sıfırlanabilecek bu sözüm ona “devletlerin” acınası hali bütün çıplaklığıyla sunuluyor.

Dikkatimizin çekildiği bir nokta da iç savaş kaosunda paramiliter güçlerin belirleyiciliği oluyor. En acımasız genarallerin bile savaş suçları mahkemesinde yargılanma endişesi taşıdığı bir ortamda, provake edilerek gözü dönmüş canilere döndürülmüş isimsiz gençlik çetelerinin her türlü vahşeti cezalandırılma endişesi bile taşımadan gerçekleştirebildiğini görüyoruz. Sürü psikolojisi içinde kontrolden çıkan hislerin, çete marşlarının gürültüsüyle bastırılan vicdan azabı sesinin, yanlışın, günahın, ayıbın, iğrencin, rezilin, müptezelin, kollektif bir cinnetin neticesinde normalleşmesinin insanı nasıl bir yıkıma götürdüğünü, nasıl meleklerle yarışma potansiyeli taşıyan insanı “esfel-i safilin” noktasında batırdığını müşahade ediyoruz.

Hotel Ruanda, içimizdeki insanî hislerin erozyona uğradığını hissettiğimizde tekrar tekrar seyredilebilecek bir film. Filmin yönetmeni “biz bir vahşet filmi çekmek istemedik” diyor. “İnsanlar bu filmi vahşet var, kan var diye seyretsin istemedik” diye sözlerine devam eden yönetmen, ulaşmak istediği hislerin daha derin daha ulvî, daha insanı insan yapan hisler olduğunu söylüyor. Gerçekten de kontrolden çıkmış, zulmün en karanlık anında zirveye çıkmış bir şiddetin anlatıldığı filmde işkence, katliam, tecavüz sahneleri yok. Sadece olanı biteni anlamamıza yetecek sembolik sahneler ve anlatımlar var. Bu filmi böylesine başarılı ve tesirli yapan belki biraz da bu tarafı.