4 Haziran 2014 Çarşamba

Avatar: İslam'ın içine sızmış bir Hindu inancı

Ehl-i tasavvufça benimsendiği görülen, "insanların aslında tanrının yeryüzündeki birer projeksiyonu -tecellisi- olduğu" yönündeki İslam dışı, batıl inanç aslında Hinduizm kökenlidir. Bazı kimselerin insani kusurlarından çile, oruç, ibadet, zikir vs. ile arınarak adım adım -haşa- içlerindeki tanrıyı "maskeleyen" tüm unsurlardan kurtuldukları bir "seyr-i süluk" neticesinde "Mürşid-i Kamil" sıfatıyla "fenafillah" olacakları, "yani Allah'ta kaybolacakları", başka bir değişle sadece bir yansımadan ibaret olan kendi benliklerinden kurtulup o yansımanın aslı olan Allah'a dönüşecekleri inancı da bu Hint kökenli batıl inançların İslam kıyafetlerine sokulmuş halidir.

Kâh Abdülkadir Geylani, kâh Mevlana, kâh Bayezid-i Bestamî, kâh diğer "tasavvuf büyükleri" için anlatılan efsaneleri, "şathiyat hikâyelerini" bilirsiniz. Tasavvufcular, bu kişilerin bir kendinden geçme (vecd) halinde ne söylediklerini bilemedikleri için açıkça küfür olan bu sözleri söyleseler bile mazur sayılmaları gerektiğini ileri sürer. Mesela Hallac-ı Mansur'un "Enel hak - Ben Allah'ım" lafını, yahut Yunus Emre'nin "Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm" lafını, ya da Bayezid-i Bestami'nin "Sûbhaneû Şanûhû - Kendimi Kendimi (noksanlıklardan) tenzih ederim, şanım ne de yücedir !” lafını böyle zamanlarda söylediklerini, o anda aslında kendilerinde olmadıkları için (yani aslında konuşan onlar değil bizzat -haşa- Allah'ın kendisi olduğu için) söylediklerinden sorumlu tutulmamaları gerektiğini ileri sürerler.

Şimdi bu anlattıklarıma bir örnek vereceğim. Başka bir çok yerde benzer versiyonları bulunabilecek olan şu "anektodu" http://seyhmehmetpehlivanli.blogcu.com/efendimiz-seyh-mehmet-pehlivanli-hz/10593467 adresinden aldım:

Beyazıd-ı Bestami Hz. Bir gün sohbet ederken : “Sûbhaneû Şanûhû “ (Benim Şanım Yücedir) dedi. Müridleri Efendim böyle söylediniz diyince, Onu ben söylemedim dedi, mübarek. Müridler hayır efendim, söylediniz dediler.Burada ince bir nokta var. Mürid-Şeyh ilişkisi. Onlar hakkı söyler, onlara tabi olup teslim olanlar hidayete erenlerdir. O mübarek o an başka bir makamdadır. Yoksa hâşâ kul hiç Allah Olur mu?Şair ne güzel söylüyor:Sen çekilirse aradan geriye kalır YARADAN.O mübarek sözüne itiraz eden müridlere :- “Evladım eğer benim ağzımdan bir daha böyle bir söz duyarsanız bana saldırın elinizde o an ne varsa bana fırlatın” buyurdular.Bir sohbetinde yine mübarek “Sûbhaneû Şanûhû” diyince müridler ellerinde kama, kılıç, bıçak ne varsa mübareğin üzerine atıyordu ki; kim bir şey atmaya yeltendiyse 15–20 metre geriye fırladı. Büyük bir dehşetle sarsıldılar.O anda Allah’ın nuru zuhur etti, sırra bak!Hallac-ı Mansur da “Ene’l-Hak” (ben Hakkım) dediğinde de aynısı oldu.

Şu kısa sahne, Avatar: The Last Air Bender (Avatar: Son Hava Bükücü) çizgi dizisinden. Bu sahnede avatar olan, yani tanrının yeryüzündeki yansıması olan "Aang" karakteri, yukarıdaki anektodda bahsedilen vecd halinde tanrıyla bir olma, yahut tanrıya dönüşme anını yaşıyor. O anda kendi arkadaşlarını bile tanımadığına ve dostunu bile yukarıdaki menkıbedeki gibi nasıl 15-20 metre savurduğuna dikkat çekmek istiyorum. Daha sonra "normale" döndüğünde o anda neler yaptığını hatırlamayacaktır. Aang'in bu dizide defalarca bu "avatar state" içine girdiği ve "tanrısal" yetenekler sergilediğini görebilirsiniz...

Avatar bir Hinduizm konsepti, Hindu inancı. Wikipedi şu bilgiyi veriyor:
In Hinduism, an avatar /ˈævətɑr/ (Hindustani: [əʋˈt̪aːr], from Sanskrit अवतार avatāra "descent") is a deliberate descent of a deity to Earth, or a descent of the Supreme Being (e.g., Vishnu for Vaishnavites), and is mostly translated into English as "incarnation", but more accurately as "appearance" or "manifestation".
The phenomenon of an avatar [3] is observed in Hinduism, Ayyavazhi, and Sikhism only.
http://en.wikipedia.org/wiki/Avatar
Avatar'ın Türkçe'ye en doğru tercümesi "tanrının yeryüzündeki tecellisi" şeklinde olurdu sanırım...
Türkçe Vikipedi'de de şöyle deniyor:
Avatar, Hint mitolojisine göre tanrıların yeryüzüne indiklerinde büründükleri şekillerdir. Balarama, Sri, Varaha gibi isimler alan avatarlar, hikâyelere konu olmuştur. Avatar, Sanskritçede ava; aşağı ve tar: iniş anlamına gelen sözcüklerin birleşiminden oluşturulmuş olup bilgi anlamına gelen veda'nın gökyüzünden yeryüzüne; havadan, ateşten, sudan veya topraktan olana inmesi ve ona dahil olması anlamındadır.
Avatar inanışı, MÖ 1500-1000 yılları arasında yazıya dökülen Vedalara dayanmaktadır.
http://tr.wikipedia.org/wiki/Avatar

8 Nisan 2014 Salı

İnkârın gücünü asla küçümseme!

Bazı film sahneleri, şiirin mazmunları misali, insana fikir inşasında yardımcı unsurlar sunuyor.

1999 yapımı "Amerikan Güzeli" isimli bir film var.

Filmin bahsetmek istediğim "mazmunu" şöyle: Amerikan deniz piyadesi emeklisi, sert ve disiplinli bir babanın oğlu, örnek bir evlat gibi göründüğü halde, aslında babasının sahip olduğu değerleri, inançları umursamaz bir tutum içerisindedir. Bir yandan sureta bu örnek askerin kanunlara bağlı, vatansever, ahlaklı, dindar "örnek" evladı rollerini oynamakta, bir yandan da -elbette babasından gizli- uyuşturucu satıcılığı yaparak para kazanmaktadır. Görünüşte bir hamburgercide tezgahtar olarak çalışmaktadır. Delikanlı bir gün evindeki odasında bir müşterisine yüksek meblağlar karşılığı uyuşturucu satışı yaparken, müşterisi çocuğun plazma televizyonunu ve pahalı ses sistemlerini görünce aralarında şöyle bir konuşma geçer:

- Bu sistemleri nasıl alabildiğini anlıyorum..
- Babam bütün bunları hamburgercide çalışarak aldığımı sanıyor. (Gülümseyerek) İnkarın gücünü asla küçümseme.

İfade hoşuma gittiği için İngilizce'sini de yazmak istiyorum. Çocuk tam olarak şöyle diyordu:

"Never underestimate the power of denial!"

Baba, o pahalı eşyaların hamburgercide çalışmak suretiyle kazanılan paralarla alınamayacağını bilmez mi? Mümkün mü böyle bir şey? Değil elbet. Ama baba, kafasındaki ideali hakikat saymak için hakikatin bir kısmını inkâr ediyordu.

İnkar gerçekten küçümsenecek bir parçası değil insan dimağının...

Bizler de aynı şekilde birçok mevzuda inkar yolunu tutuyoruz. Hemen her konuda hakikati inançlarımız çerçevesinde "çarpıtıyoruz". İnançlarımızda yanıldığımızı haykıran gün gibi açık bir takım delilleri görmezden gelirken, gayet ehemmiyetsiz, harcı alem argümanları sırf inandığımız yönde oldukları için baş tacı ediyoruz. Hakikati kendi inançlarımız, dünya görüşümüz ve bunların deforme ettiği algımız çerçevesinde yorumluyoruz.

Fikrimiz ne kadar saçma, ne kadar yanlış, ne kadar hakikatle çelişkili olursa olsun, öyle kolay ki fikirlerimizi destekleyecek "deliller" bulmak!

Bilinçli yaptığımız bir şey değil bu. İnsan beyni böyle çalışıyor: Adeta kendi kendimize telkin vererek mazide gözlerimizin önünde vuku bulmuş hadiselerin bugünkü inançlarımızla ters düşen bazı mühim kısımlarını, hafızamızın karanlık ve tozlu mahzenlerine tepiyoruz! Öte taraftan, hayli ehemmiyetsiz meseleleri, sırf kafamızdaki dünya tasavvuruna uyuyor diye abartıyoruz.

Hiçbir insanın aklını bahsettiğim maluliyetten, yani hakikati belli ölçüde çarpıtmadan algılayamama sıkıntısından "temizlemesi" mümkün değil belki ama bu maluliyetin şuurunda olursak "hasarı" asgari seviyeye çekebiliriz belki.

Bu söylediklerim ışığında cemaat tartışmalarına bakınca şöyle bir tablo görüyorum:

Cemaatin içinde olan arkadaşlarım hakikatin, -cemaatin kollektif zihninde- son derece çarpıtılmış bir versiyonuna adeta iman ediyorlar. Cemaatin tenkid edildiği, bir kısmını kendilerinin de bizzat yaşadıkları tecrübeleri ya inkâr ediyor ya küçümsüyorlar. Misaller vereyim:

"Hocaefendi, yaşanan konjonktürde Allah'ın açık emirlerini, uygulamamayı tercih etmenin mümkün olduğunu söyledi. Hatta bu istikamette yönlendirmelerde bulundu. Misal cemaatteki bayanlara okumak için, çalışmak için başlarını açmalarını telkin etti." 

argümanına karşı,

"Ne hocaefendi, ne cemaat hiçbir zaman böyle bir telkinde bulunmadı, bu iftiradır" 
cevabını veriyorlar.

Fethullah Gülen tercih ettiği o grift, dolambaçlı, demek istediğini asla doğrudan söylemeyen, yorucu üslubuyla bu inkârın zeminini hazırlasa da sözleri internetin hafızasında ve kitaplarda hala duruyor:

Tesettür meselesi, farziyetinin gereği tartışılmaz olmasının yanında iman ve imanî hakikatlerin önüne geçirilmemelidir. (...) yanlış bir anlayışın tesirinde kalan bazı kesimler -mâalesef- bazı kılık ve kıyafetler karşısında, kelimelerle ifade edilemeyecek ölçülerde tahrik olmaktadırlar. Dini bilmeyen kimseleri tahrik etmeme, dinde çok önemli bir esastır. (...) Netice itibarıyla; usûle ait meselelerin anlatılması ve hayatın her ünitesine girilip, imanla gönüllerin itmi'nâna kavuşturulmasına şiddetle ihtiyaç duyulduğu günümüzde, yukarıda arzettiğimiz ölçüler içinde, usûl sayılmayan meselelerde takılıp kalmak, bırakın inanmayanları, inanan insanların bile cephe almasına vesile olabilir. Onun için günümüz şartlarını idrak edip realitelere sırtımızı dönmeden, İslâmî hakikatleri anlama, yaşama ve anlatma zorunda olduğumuzu bir kere daha hatırlama mecburiyetindeyiz.
http://tr.fgulen.com/content/view/11665/3/

Bizzat tecrübe ettiğimiz "buz gibi" hakikât, cemaate bağlı kızların Fethullah Gülen'in bu yönlendirmeleriyle, okullarda, hastanelerde, devlet dairelerinde, hatta bir devlet memurunun eşi ise her yerde toplu halde başlarını açmış oldukları gerçeğidir.

Cemaatin ve hocaefendinin bu konuda müntesiblerine müdahale etmediği, bu konuyu insanların vicdanına bıraktığı hilaf-ı hakîkâttir. Bunu iddia edenler gerçeği inkâr etmektedirler.

Ne olursa olsun, hakîkâti inkâr için cemaatin istihsal edip müntesiblerine sunduğu argümanları buradan okuyabilirsiniz.

Başka bir misale geçelim...

Bugün cemaatin sözcülüğünü yapanlar, kendi mensuplarının, hakikati inkâr noktasında "cemaatin kollektif zihin yapısını" içselleştirdiklerinden o kadar eminler ki propagandayı "ötekilere" yapıyorlar. Sanki cemaat mahiyeti yalnız kendileri tarafından bilinen, sadece belli kimselerin erişebildiği yüksek güvenlikli bir kasada saklanan bir şeymiş gibi her itiraza, "hayır siz bilmiyorsunuz, cemaat böyle değil, bu iftiradır" diye cevap verirken son 35-40 senede bu toplumda yaşayan milyonların cemaatle doğrudan temas ettiğini, cemaatin yaptıklarına az veya çok maruz kaldığını gözardı ediyorlar.

Bunun en bariz, biraz da gülünç misali, hocaefendinin avukatı vasıtasıyla yaptığı açıklama. Bu açıklama "hakîkâtin alenen inkârının" cemaatin en tepesinde bile itiyad halini aldığını, açıkça hilaf-ı hakikat olan bir şeyin söylenmesinde mahzur görülmediğini göstermektedir:

Müvekkilimin kamuoyuna bizzat defaatle açıkladığı üzere, kendisi herhangi bir isim ya da nam altında hiçbir cemaatin lideri olmayıp, bu türden faaliyetlerin içerisinde de değildir. (...)
Müvekkilim 01 Mart 2001 tarihli Radikal gazetesinde 8. sayfada yayınlanan yazıda, cemaat kelimesinin daha ziyade dini topluluklar için kullanıldığını, oysa kendisinin hizmet fikriyle yola çıktığını, farklı düşünceden insanlarla diyalogda bulunduğunu, insanları iyiye ve doğruya teşvik ettiğini, dolayısıyla her hangi bir hareketin veya dini cemaatin lideri olmadığını belirtmiştir. (http://tr.fgulen.com/content/view/21847/6/)

Son otuz-kırk senedir bu ülkenin evladı bir çok ortaokul öğrencisi, götürüldükleri "ışık evlerinde" gerçek isimleri yerine kod isimler kullanan "abilerin" telkinleriyle bir tür gizli örgüt elemanı gibi çalışmaya yönlendirildi.

Metodu tartışmalı bir tebliğ kılıfı altında, kendi sınıf arkadaşlarına bilgisayar oyunlu, karate filmli, ders çalışmalı, halı sahalı, maklubeli tuzaklar kurmaya teşvik edildi insanlar. Cemaate adam kazandırmak için ince ince tasarlanmış, uzun vadeli planlarda şuurlu yahut şuursuz rol aldı yüzbinler.

Işık evlerine düzensiz zaman aralıklarında teker teker girip çıkmak gibi, temas edilen herkesle ilgili ayrıntılı fişlemeler yapmak, insanları beş puanlık bir skalada puanlamak gibi, toplantılarda cep telefonlarının pillerini çıkartıp masa üstüne koymak gibi, telefon görüşmelerini önceden belirlenmiş şifreli kelimeler üzerinden yapmak gibi, tedbir adı altında başvurulan "istihbarata karşı koyma yöntemlerinin", dini bir cemaate değil ancak bir gizli örgüte ait olabileceği gerçeğini kollektif cemaat zihni inkâr edebilir ama bunu doğrudan tecrübe eden yüzbinlerin zihninden çıkarıp atamaz kimse.

Cemaatin sözcüleri devlete herhangi bir "sızma" girişimlerinin asla olmadığını, olamayacağını haykırırken, ışık evlerinde abilerin askeri liselere, polis akademisine giriş sınavlarına "hazırladıkları" onbinlerin bu "alenî yalanlar karşısında" ne hissettiklerini düşünüyorlar mı acaba?

"İnancımız müsaade etmez, biz asla yalan söylemez, asla takiyye yapmayız" derken askeriyede, poliste, MİT'te karısını başını açmaya, hatta dekolte giymeye zorlayan, kendini belli etmemek için alkollü içki içen "hizmet erlerinin" dine mi karanlık bir gizli örgüte mi hizmet ettikleri konusunda kafaları berrak olabilir ama o cemaat çemberi içindekilerin vaziyetlerini birinci elden bilen anne-babalarını, kardeşlerini, arkadaşlarını ne yapacağız?

"Soruları çalmak mı? Asla böyle bir şey olamaz!" diye ortaya çıkanlar bu iddiaların cemaati yıpratmak için düşmanlar tarafından uydurulmuş iftiralar olduğuna kendilerini ikna etmiş olabilirler ama hakikaten evlerde, dershanelerde sınavdan bir-iki gün önce o sorular ellerine verilmiş öğrencileri ve vaziyetten haberdar olan yakınlarını ne yapacağız?

"Paralel devlet mi? Asla kabul edilemez! Kimse çıkarsınlar ortaya suçunun cezasını çeksin" diye suret-i haktan görünenlerin inandırıcı olabilmesi için, "Böyle bir niyet yoksa bunca senedir, evlerde dershanelerde devlet dairelerindeki kritik pozisyonlara yönlendirilen on binlerce, yüz binlerce insanla boşuna mı uğraştınız? Ağlaya ağlaya başını açmak zorunda bıraktığınız kızların psikolojik yükünü boşuna mı çektiniz? Tüm bu çaba, bu insanların maaşlarından kesilecek yüzde onbeş para için miydi?" sorusuna cevap verilmeli değil mi?

Misalleri arttırmak mümkün ama sanırım anlatmak istediğim anlaşılmıştır.

Son olarak hakikatin başka türlü bir inkârından bahsetmek istiyorum.

Cemaati zor vaziyete düşürecek, çok açık, reddedilemez, inkâr edilemez bir takım deliller ortaya çıktığında, cemaat mensupları bunların, cemaatin içinde hasbelkader yer almış bazı kimselerin kişisel hataları olduğunu ve bu hataların cemaate fatura edilemeyeceğini ileri sürüyorlar.

Ne kadar sıkı bir hiyerarşiyle örgütlemiş, idarecileriyle, müfettişleriyle, rotasyonlarıyla, tayinleriyle son derece iyi organize olmuş olsa da, bu kadar kalabalık bir cemaatin içinde, liderden habersiz, münferit bazı hataların olması tabi ki muhtemeldir ve anlaşılabilir. Ancak bu durumda o hatayı yapanların ikaz edilmesi, hareketlerini düzeltmezlerse cemaatten uzaklaştırılmaları beklenir. Eğer bu yapılmıyorsa cemaat bu yapılanları kurumsal olarak destekleme pozisyonuna girmiş sayılır ve artık bu hatalar "münferit" sayılamaz.

Mesela "Gayrikanuni telefon dinlemeleriyle bizim hiçbir ilgimiz yok. Kim dinliyorsa suçludur ve cezalandırılmalıdır. Bunu yapanların yanlışlarının faturası cemaate kesilemez." argümanı, bu kayıtları savunan, yayan ve cemaatle irtibatını saklamayan kişiler, cemaatin yayın organlarında boy göstermeye, iddialarını cemaatin yayın organlarından yaymaya devam ediyorsa geçersiz olur.

Tabi "hakîkâti inkâr" noktasında olan, "acabası" olmayan, "yanılıyor olabilir miyim" sorusu aklının köşesinden geçmeyenler için tüm bu söylediklerim bir şey ifade etmeyecektir.

Vaziyet böyleyse baştaki ikazı kendim için tekrarlayayım:

"İnkârın gücünü asla küçümseme!"