3 Eylül 2009 Perşembe

31 Mayıs 2009 Pazar

Müslüman Saati

(Ahmet Haşim)

"İstanbul'u yenileştiren ve yerlilerini şaşırtan istilâların en gizlisi ve te'sirlisi, yabancı saatlerin hayatımıza girişi oldu. 

"Saat"dan kasdımız, zamanı ölçen âlet değil, fakat bizzat zamandır. Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre dinden, ırktan ve an'aneden hayat alan bir zevkımız olduğu gibi, bu hayat üslûbuna göre de "saatlerimiz ve "gün"lerimiz vardı.

Müslüman gününün başlangıcını, şafağın parıltıları ve sonunu akşamın ışıkları tayin ederdi.

Madenden eski kapaklar altında saklı tutulan eski mâsum saatlerin yelkovanları, yorgun böcek ayakları tarzında, güneşin sema üzerindeki hareketiyle az çok ilgili bir hesaba uyarak, minenin rakamları üzerinde yürürler ve sahiplerini zamandan, aşağı yukarı bir doğrulukla haberdar ederlerdi. Zaman sonsuz bahçe ve saatler, orada açan, kâh sağa, kâh sola meyleden, güneşten rengârenk çiçeklerdi.

Yabancı saat alışkanlığından evvel, bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığıyla simsiyah olan ve sırtı, vakitlerin kırmızı, sarı ve lâcivert ateşleriyle yol yol boyalı, büyük bir canavar hâlinde, bir gece yarısından diğer bir gece yarısına kadar uzanan yirmi dört saatlik "gün" tanınmazdı. Işıkta başlayıp ışıkta biten, oniki saatlik kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı.

Müslümanın mes'ud olduğu günler, işte bu günlerdi. Şerefli günlerin vak'alarını bu saatlerle ölçtüler. Gerçi astronomi hesaplarına göre bu saat iptidaî ve hatâlı bir saatti. Fakat bu saat, hâtıraların kudsî saatiydi.

Alafranga saatin âdetlerimiz ve işlerimizde kabûlü ve alaturka saatin geri safa düşüp camilere, türbelere ve muvakkıthanelere bırakılmış battal bir "eski saat" hâline gelişi, hayata bakış tarzımız üzerinde korkunç bir te'sire sâhip olmamış değildir.

Giden saatler babalarımızın öldüğü, annelerimizin evlendiği, bizim doğduğumuz, kervanların hareket ettiği ve orduların düşman şehirlerine girdiği saatlerdi. Bunlar, hayatı etrafımızda serbest bırakan, geniş, kayıdsız dostlardır. Gelen yabancılar ise, hayatımızı bozup, onu meçhul bir düstûra göre yeniden tanzim ettiler. Ve ruhlarımız için çok tanınmaz bir hâle getirdiler.

* * *

Yeni "ölçü" bir zelzele gibi, zaman manzaralarını etrafımızda altüst ederek, eski "gün"ün bütün sedlerini harap etti ve geceyi gündüze katarak saadeti az, meşakkati çok, uzun, bulanık renkte bir yeni "gün" meydana getirdi.

Bu, Müslümanın eski mes'ud günü değil, sarhoşları, evsizleri, hırsızları ve kâtilleri çok ve yeraltında mümkün olduğu kadar fazla çalıştırılacak köleleri sayısız olan büyük medeniyetlerin acı ve sonu gelmez günüydü. Unutulan eski saatler içinde eksikliği en çok hasretle hatırlanan saat, akşamın onikisidir. Artık "on iki" solgun yeşil sema altında, ilk yıldıza karşı müezzinin Müslümanlara hitap ettiği, sokakların lâcivert bir sisle kapandığı, ışıkların yandığı, sinilerin kurulduğu ve yarasaların mahzenlerinden çıkıp uçuştuğu o te'sirli ve titrek saat değildir. Akşam telâkkisinden koparak, kâh öğlenin sıcağında ve kâh gece yarılarının karanlığında mevcud olmayan bir zaman bildiren bu saat, şimdi hayatımızda renksiz ve şaşkın bir noktadır.
Yeni saat, Müslüman akşamının hüzünlü ve şa'şaalı dakikasını dağıttığı gibi, yirmi dört saatlik yabancı "gün"ün getirdiği geçim şekli de bizi fecir âleminden uzak bıraktı. Başka memleketlerde fecri yalnız kırdan şehre sebze ve meyve getirenlerin ahmak gözleriyle, ızdırap çekenlerin şişkin kapaklar içinde bakan kırmızı ve perişan gözleri tanır. Bu zavallılar için fecrin pırıltıları, yeniden boyuna geçirilecek olan hayat ipinin kanlı ilmiğini aydınlatan bir ışıktır. Halbuki fecrin saati, Müslüman için, rü'yâsız bir uykunun sonu ve yıkanma, ibâdet, neş'e ve ümîdin başlangıcıdır.
Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin en güzel tecellîlerindendir. Kubbe ve minareleri o alaca saatta görmemiş olan gözler, taşa en İlâhî mânâyı veren o akılları hayrette bırakan mimarîyi anlamış değillerdir.

Esmer camiler, fecirden itibaren semavî bir altın ve semavî bir çini ile kaplanır ve İslâm ustalarının tamamlanmamış eserleri o saatte tamamlanır. Bütün mâbedler içinde, güneşten ilk ışık alan camidir. Bakır oklu minareler, güneşi en evvel görmek için havalarda yükselir.
Şimdi heyhat! Eski "saat"le beraber akşam da, fecir de bitti. Birçoklarımız için fecir artık gecedir. Ve bir çoklarımızı güneş, yeni ve acaip bir uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağız çarpılmış, bacaklar bozuk çarşaflara dolaşmış, kıvranırken buluyor.

Artık geç uyanıyoruz. Çünkü hayatımıza sokulan yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş, kin, arzu, hırs ve hased sürülerinin bizi ateş saçan gözlerle beklediğini biliyoruz.

Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık. Şimdi Müslüman evindeki saat, başka bir âlemin vakitlerini gösterir gibi, bizim için gece olan saatleri gündüz, gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor. Çölde yolunu şaşıranlar gibi, biz şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz."

4 Mart 2009 Çarşamba

Geçmişin gerçekten var olduğuna inanıyor musun Winston?

"Geçmişin denetimiyle ilgili bir Parti sloganı vardır. Onu lütfen yineler misin?"

"Geçmişi denetleyen geleceği de denetler; şu ânı denetleyen geçmişi de denetler," dedi Winston.

"Şu ânı denetleyen geçmişi de denetler," dedi O'Brien. Başını onaylar bir tutumla salladı.

"Geçmişin gerçekten var olduğuna inanıyor musun Winston?"

1984 - George Orwell

1984'ten altı çizili satırlar

Okyanusya toplumu, Büyük Biraderin her şeye gücünün yettiğine ve Partinin değişmezliği inancına dayanır. Ama bu inançların aslı yoktur ve bu nedenle olayları ele alırken, Parti üyesi, bir an bile gevşemeyen bir koşullara uyma yeteneğine gereksinim gösterir. Burada yol gösterici, siyah-beyaz sözcüğüdür. Tüm Yenikonuş sözcükleri gibi, bu da iki karşıt anlamı içermektedir.

Düşmana uygulandığı zaman apaçık gerçeklere karşın, siyahın beyaz olduğunu öne sürmektir.

Bir Parti üyesine uygulandığı zamansa, Parti disiplini gerektirdiği için, bağlılıkla siyaha beyaz diyebilmek anlamını taşır. Aynı zamanda, siyahın beyaz olduğuna gerçekten inanma yeteneğidir, daha da ötede, siyahın beyaz olduğunu bilmek ve sonra karşıtına inandığını unutmak, demektir.

Bu, geçmişin sürekli değiştirilmesini gerektirir. Bu da, Yenikonuşta çiftdüşün adı verilen ve her şeyi içeren bir düşünce sistemiyle sağlanmıştır.

Geçmişin değiştirilmesi için iki neden vardır; bunların birincisi, yardımcı, yani, önlemsel niteliktedir.

Yardımcı neden, Parti üyesinin de, proleter gibi, eşleştirmeye yönelik olmasıdır. Atalarından daha iyi durumda olduğuna ve ortalama yaşama düzeylerinin yükseldiğine inanması için, öteki ülkelerle olduğu gibi, geçmişle de ilgisi kesilmelidir. Ama geçmişin değiştirilmesi için çok daha önemli bir neden, Partinin yanlış yapmayacağı savıdır. Parti tahminlerinin hep doğru çıktığını göstermek için, bütün söylevlerin,
istatistiklerin ve her türlü kayıtın sürekli değiştirilmesi gerekir. Bunun yanı sıra, öğretide bir değişiklik onaylanmaz. Çünkü birinin düşüncesini hatta siyasetini değiştirmesi, zayıflığını açığa vurması demektir.

Örneğin, eğer Avrasya ya da Doğu Asya (hangisi olursa) bugün düşmansa, hep düşman olmuş olması gerekir.

Eğer olaylar tersini gösteriyorsa, olaylar değiştirilmelidir.

Bu nedenle tarih sürekli yeniden yazılmaktadır.

Geçmişin günden güne değiştirilmesi, Doğruluk Bakanlığı tarafından yazılır ve bu düzenin dengede kalması için, Sevgi Bakanlığı tarafından yürütülen baskı ve casusluk etkinlikleri kadar önem taşır. Geçmişin değişebilirliği, İngsos'un temel ilkelerindendir. Geçmiş olayların, nesnel gerçekliğinin olmadığı, yalnızca yazılı kayıtlarda ve insan belleğinde yaşayabileceği kabul edilir. Geçmiş kayıtlar ve insan belleği nede birleşiyorsa, gerçek odur. Parti tüm kayıtları ve üyelerinin belleklerini denetim altında bulundurduğu için, geçmişe de istediği biçimi verebilir. Her ne kadar geçmiş değiştirilebilirse bile, ortada değişmiş olduğu düşünülen bir olay yoktur. Çünkü istenilen anda yeni biçimine sokulan geçmiş, yürürlüktedir, ondan önce başka bir geçmiş varolmuş olamaz.

Birçok kereler olduğu gibi, aynı olay bir yıl süresince defalarca değiştirilebilir. Parti her zaman mutlak gerçeği bilir, o halde mutlak gerçeğin şimdikinden farklı olamayacağı açıktır. Görüldüğü gibi, geçmişin denetlenmesi, belleğin eğitilmesi üzerine kurulmuştur. Yazılı kayıtları, o anki durumlara uydurmak, yalnızca mekanik bir işlemdir.

Ancak, olayların istenildiği biçimde geliştiğini hatırlamak da gerekir. İnsanın anılarını yeniden düzene soktuktan ya da yazılı kayıtları değiştirdikten sonra yapılmış olan bu işlemler de unutulmalıdır. Bunun için belirli bir düşünce tekniği gerekir. Bu, Parti üyelerinin çoğunun ve hele, bağnaz oldukları kadar akıllı olanların öğrendikleri bir şeydir. Eski dilde buna 'gerçeğin denetlenmesi' adı verilir. Yenikonuşta ise çiftdü-şün denir.

Çiftdüşün başka şeyleri de kapsar.

Çiftdüşün insanın iki çelişik düşünceyi aynı anda kabullenmesidir. Parti aydını, anılarının hangi yönde değiştirilmesi gerektiğini bilir; bu nedenle gerçekle oynadığını da bilir. Çiftdüşün yöntemiyle, gerçeğin
zedelenmediğine kendini inandırır. Bu işlem bilinçli yapılmalıdır, yoksa kesinliğini yitirir; ama aynı zamanda bilinçsiz de olmalıdır, yoksa bir düzenbazlık ve dolayısıyla bir suçluluk duygusu uyandırır.

Çiftdüşün, İngsos ilkelerinin püf noktasıdır, çünkü Partinin temel işlevi, tam bir dürüstlük taşıyan amacın yıkılmasını önlemek için bilinçli yanılmayı kullanmaktır. Bile bile söylenen yalanlara yürekten inanmak, zararlı görülmeye başlanan bir gerçeği unutmak, nesnel gerçeklerin varlığını yadsırken bu gerçekleri sürekli göz önünde bulundurmak, gerekli şeylerdir.

Çiftdüşün sözcüğünün kullanımı bile, çiftdüşün'ü gerektirir.

Bu sözcüğü kullanmakla, insan gerçekleri zedelediğini kabullenmektedir, yeni bir çiftdüşün'le, bu, kafadan silinir. Bitip tükenmeksizin süren bu işlem yardımıyla gerçek, sürekli geride bırakılmaktadır. Parti çiftdüşün yardımıyla tarihi durdurmak olanağını bulmuştur, belki daha binlerce yıl, bunu başarıyla sürdürecektir.

1984 - George Orwell

1 Mart 2009 Pazar

Aha tarihçilere bıraktım

Engin Ardıç - Sabah

Atatürk'ün doğduğu ev olarak bilinen ev, Atatürk'ün doğduğu ev değildir. O ev, Zübeyde Hanım'ın ikinci kocası, yani Atatürk'ün üvey babası Ragıp Bey'in evidir (Fikriye Hanım'ın da amcası.) Atatürk o evde elbette oturmuş, Manastır Askeri İdadisi'nden izinli çıktığı zamanlar gelip orada kalmış, fakat orada doğmamıştır. O evin arkasında bulunan, elli küsur yıl önce de Selanik Belediyesi tarafından yıktırılan, daha küçük bir evde doğmuştur! Fakat "resmi tarihçilerimiz", bu ikinci evi daha fiyakalı bulduklarından, doğduğu ev diye bunu tanıttılar! Bomba atanların ya da "tavaf turları" düzenleyenlerin kulakları çınlasın... Atatürk'ün 1881'de doğduğu da kesin değildir, bu tarih 1880 de olabilir. Çünkü Atatürk, 1296 tevellütlüdür! Rumi tarihle... Rumi 1296 yılı, miladi 13 Mart 1880 günü başlar, 12 Mart 1881 günü biter. (İstanbul'daki darbe girişiminin tarihi olan rumi 31 Mart'ın miladi 13 Nisan'a denk geldiğini bilemeyip, gericilere karşı protesto gösterilerini iki hafta erken yapan "şaşkaloz solcuların" da kulakları çınlasın...) Nitekim Atatürk'ün doğum yılı, 1934 Soyadı Kanunu'na, kendisine yeni bir nüfus kâğıdı verilene kadar hep 1880 kabul edilmiştir! Basında ve kitaplarda böyle yer almıştır. Kafalar o kadar karışmıştır ki, Atatürk'ün ölümünden tam bir yıl sonra, 10 Kasım 1939'da çıkarılan bir hatıra pulunda bile doğum tarihi 1880 olarak gösterilmiştir...

Atatürk'ün babası Ali Rıza Efendi'nin fotoğrafındaki kişi de, Ali Rıza Efendi değildir! O kişi, 1876'da, anayasanın ilanı üzerine Selanik'te kurulan Asakir-i Milliye taburunda görev alan gönüllü subaylardan, bilinmeyen birisidir. Elde hiçbir Ali Rıza Efendi resmi bulunmadığından, "resmi tarihçilerimiz" bu adamı gözlerine kestirmişler ve onu Atatürk'ün babası yapıvermişlerdir... Nitekim bizzat Atatürk'ün kendisi, Falih Rıfkı'ya, "bu bizim peder değil" demiştir! Falih Rıfkı, Atatürk'ün bunu "alaycı bir dille" söylediğini de anlatıyor. Atatürk, dalkavuklarını adam yerine koymazdı pek... Biz hepsini milli kahraman yaptık. Hani herşeyi "tarihçilere bırakmaya" pek meraklıyız ya...

Ben de Andrew Mango, Cemil Koçak ve Ahmet Kuyaş'a sordum, bu yanıtları aldım. Kuyaş, konuyla ilgili makalesinin üst başlığında "Atatürk'ü bilmiyoruz, öğrenmiyoruz, ezberliyoruz" demiş... Aman Ahmet Bey, ayağını denk al, sonra yemediğin küfür kalmaz... Bana bakma, ben alıştım! Zor anlayanlar için özel açıklama Atatürk'ün şu evde ya da bu evde, şu tarihte ya da bu tarihte doğmuş olması, onun değerini, onun büyüklüğünü ne azaltır ne çoğaltır...

Ama bunları öğrenmek, gerçeği bilmemizi sağlar. Benim işim, görevim de budur: Gerçeği yazmak. Bu gerçeğin kimin hoşuna gideceği, kimin hoşuna gitmeyeceği, beni hiç ilgilendirmez!

Nitekim göreceksiniz, bu gerçeklere kimse aldırmayacak ve herkes, papağan gibi, kendisine dayatılmış olan yanlışlara "iman etmeyi" sürdürecek... Araştırmacı Robert Temple buna "consensus blindness" diyor, "üzerinde uzlaşılmış ortak körlük"....
Profesör Albert Einstein da "insanoğlunun sonsuz ve sınırsız ahmaklığı" demişti! Sanki Türk basınından bazı köşe yazarlarını okumuş da öyle bulmuş gibi...

Kaynak:
http://www.sabah.com.tr/haber,A9B945633B48448D99FC24350530C420.html

27 Şubat 2009 Cuma

Biz kimiz?

Cüneyt Ülsever


TARHAN Erdem ve arkadaşları, Hürriyet Gazetesi adına bugüne dek Türkiye'de yapılan en büyük saha araştırmasını yapmışlar. 7000 denek ile 12 bölgede (takriben 44 şehir) bizzat evde yüz yüze görüşülerek yapılan bu araştırma, hakkında çok konuştuğumuz ama hakkında çok fazla bir şey bilmediğimiz bir konuyu araştırıyor:

"Biz Kimiz? Kültürel, Ekonomik ve Sosyal Hayat Tarzı Araştırması."

Araştırma 15 yaş üstü 51 milyon "yetişkin"i temsil ediyor.

* * *

Ben bugün sadece bazı bulguları özetleyeceğim:



Yetişkin nüfusun % 51.5'i erkek, % 48.2'si kadın. Yetişkin nüfusun içinde bile 15-34 yaş arası grubun oranı % 45! Çok genç nüfusa sahip bir ülkeyiz. Üniversite mezunu % 8.5, ilkokul mezunu % 41, okur yazar olmayanlar % 6.1, diplomasız okurlar % 3.6. Ülke nüfusunun % 50.3'ü ilkokul ve altı eğitime sahip.

Ayda 3.000 TL ve üstü kazanan yetişkinler % 3.5, ayda 1.000 TL ve altı kazananlar % 68.4, 500 TL ve altı kazanlar ise % 27.4.

* * *

Yetişkin nüfusun % 86.1'i kendini Türk, % 10'u Kürt veya Zaza olarak, % 91'i Sünni Müslüman, % 4.9'u Alevi Müslüman olarak tarif ediyor. Türklerin % 92.3'ü, Kürt veya Zazaların % 86.7'si Sünni Müslüman, Türklerin % 0.4'ü, Kürt ve Zazaların % 0.9'u Alevi Müslüman.

% 54.2 kendini dindar, % 30.3 inançlı, % 12.4 sofu, % 1.4 inançsız, % 0.7 ateist olarak tarif ediyor.

Başörtüsü veya yemeni örten kadınlar % 56.9, türbanlılar % 13.4, çarşaf ve peçe kullananlar % 0.9, başını örtmeyenler ise sadece % 28.8. 15 yaş üstü kadınlarımızın % 71.2'sinin başı şu veya bu şekilde kapalı.

"İlk ve orta eğitim alan kızlar başını örtmeli" diyenler % 32.3, "hukuk sistemi dini kurallara göre belirlenmeli" diyenler % 22.3, "kamuda çalışan kadınlar başını örtebilmeli" diyenler % 52.9.

Buna mukabil "din ve devlet işleri birbirinden ayrılmalı" diyenler % 58.1, "devlet yurttaşların (Sünni, Alevi, Hıristiyan vb.) dinlerini yaşayabilmeleri (inanış+ibadet) için destek vermeli diyenler % 77.7, "Türkiye AB'ye girmeli" diyenler % 63.6.

Aynı konuda korku duymayanlara oranla; "Türkiye'nin bölünmesinden korkanlar" % 75.8, (korkmayanlar % 24.2.), "Türkiye'ye şeriat gelmesinden korkanlar % 59, "geleneklerden kopuştan korkanlar" % 79.5, "ekonominin kötüye gitmesinden korkanlar" % 82.6.

* * *

Bu görüşlere katılmayanlara oranla; "Kürt sorunu Kürtlerin ayrı bir devlet kurmak istemesinden kaynaklanıyor" diyenler % 65.8, (% 34.2 bu görüşe katılmıyor), "Kürt sorunu Kürtlere farklı davranılmasından çıkıyor" diyenler % 33.6, "Kürt sorunu yabancıların kışkırtmasından çıkıyor" diyenler % 79.3.

* * *

Bu araştırma sadece akademisyenler, aydınlar, gazeteciler, siyasiler için değil, sanayici, bankacı, sendikacı, tüccar için de ders alınması gerekli bir sürü şaşırtıcı bulgu ile dolu.

Ben özel sektör şirketlerinin üst yöneticilerine bu araştırmadan edinip, kendi aralarında tartışmalarını kuvvetle tavsiye ediyorum.

Tarhan Erdem ve arkadaşlarına candan teşekkür ediyorum.

Kaynak: http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=11069257&yazarid=3&tarih=2009-02-24

16 Şubat 2009 Pazartesi

BÜKÇE=KADIN DİLİ

Oğlum bir hafta sonra evleniyor. Sorumluluk sahibi bir baba olarak ona öğüt vermem gerekiyor. Fakat bunu evde yapamam çünkü annesi ağız tadıyla öğüt vermeme izin vermez, sözü ağzımdan kapıp kendi devam eder. İş yerimden oğluma telefon açtım, "Akşam yemeğini dışarıda birlikte yiyelim." dedim. Deniz kenarındaki bu şirin lokantada şimdi onu bekliyorum. Geliyor aslan parçası, yakışıklılığı da aynı ben. Yan masadaki kızlar gözleriyle oğlumu süzüyorlar. Bakmayın kızlar, onu kapan çoktan kaptı. Hoş beşten sonra konuya giriyorum. 

Oğlum haftaya düğünün var, bir baba olarak sana bazı konularda yol yordam göstermem gerekiyor.

Çocukluğunda suç işlediği zamanlardaki gibi birden bire kızardı. Kerata ne anlatacağımı zannettiyse! 

-Baba ben yirmi altı yaşındayım, bazı şeyleri biliyorum artık.

-Ah senin o biliyorum zannettiğin konularda da çok bilmediğin çıkacak ama ben o konulardan bahsetmeyeceğim. Keşke konuşabilseydik ama henüz o kadar modern olamadım.

Rahat bir nefes aldı. Bu arada yemeklerimiz de geldi. Oğlumla şöyle keyif yaparak muhabbet edelim bakalım. 

-Kaç dil biliyorsun oğlum sen?

-İngilizce, Fransızca, bir de Türkçe'yle üç dil oluyor.

-Bugün ben sana dördüncü dili öğreteceğim. Dilin adı Bükçe. Kadınlar tarafından kullanılır. Sen buna "kadın dili" de diyebilirsin.

Güldü. Güldüğü zaman benim yanağımdaki gibi küçük bir gamzesi var, o ortaya cıkıyor.

-Kadınların ayrı bir dili mi var?

-Tabii ki. Eğer kadın dilini bilirsen bir kadınla yaşamak dünyanın en büyük zevkidir, ama bu dili bilmezsen hayatın kararabilir. O yüzden bir kadınla mutlu olmak isteyen her erkek Bükçe'yi öğrenmeli.

 İyi de niye Bükçe?

-Çünkü kadınlar konuşurken, genellikle söyleyecekleri sözü net söylemezler. Eğip bükerler; onun için dilin adını "Bükçe" koydum. 

-"Bükçe zor bir dil mi baba?" diye sordu gülerek.

-Bana bak, çok önemli bir konu ama eğleniyor gibisin, biraz ciddiye al. Bir kadınla mutlu olmak istiyorsan bu dili bilmen çok önemli. Çünkü kadınlar sözü bükerek bükçe konuşurlar sonra da senin sözün doğrusunu anlamanı beklerler. Felsefesini anlarsan kolay, anlamazsan zor. Mesela Çinli bir karın var, sen karına sürekli Fransızca "seni seviyorum" diyorsun ama karın hiç Fransızca anlamıyor. Fransızca "seni seviyorum" un onun için bir anlamı yoktur. Ona Çince seni seviyorum dediğinde seni anlayabilir.  

-Tamam baba, haklısın ciddiyetle dinliyorum. Peki, sence kadınlar neden bizimle aynı dili konuşmuyorlar, söyleyeceklerini direkt söylemiyorlar ?

-Bence bir kaç sebebi var. Birincisi, duygusal oldukları için, hayır cevabı alıp kırılmaktan korktuklarından sözlerini de dolaylı söylüyorlar. İkincisi, kadınlar dünyaya annelikle donanımlı olarak gönderildikleri için onların iletişim yetenekleri çok güçlü. 

-Bu konuda biz erkeklerden bir sıfır öndeler yani.

-Ne bir sıfırı oğlum, en az on sıfır öndeler. Düşünsene, henüz konuşmayan, küçük bir çocuğun bile yüz ifadesinden ne demek istediğini hemen anlıyorlar. İşin kötüsü kendileri leb demeden leblebiyi anladıkları için biz erkekleri de kendileri gibi zannediyorlar. Onun için leb deyip bekliyorlar. Hatta bazen, leb demek zorunda kaldıkları için bile kızarlar. "Niye leb demek zorunda kalıyorum da o düşünmüyor?" diye canları sıkılır.

-Biz de bazen Canan'la böyle sorunlar yaşıyoruz. "Niye düşünmedin?" diye kızıyor bana.

-Kızarlar oğlum, kızarlar. Kadınlar ince düşüncelidirler, detaycıdırlar, küçük şeyler gözlerinden hiç kaçmaz. Bizim de kendileri gibi düşünceli olmamızı beklerler, fakat erkekler onlar gibi değil. Biz bütüne odaklıyız, onlar detaya. Beyinlerimiz böyle çalışıyor.

-Ne olacak baba o zaman, yok mu bu işin çaresi?

-Var dedik ya oğlum, Bükçe'yi öğreneceksin, bunun için buradayız. Hazır mısın?

-Hazırım baba.

-Bükçe bol kelime kullanılan bir dildir. Biz erkeklerin on kelime ile anlattığı bir konu, Bükçe'de en az yüz kelime ile anlatılır. Dinlerken sabırlı olacaksın. Mesela karın o gün kendine elbise aldı, diyelim. Bunu sana "Bugün bir elbise aldım." diye söylemez. Elbise almak için dışarı çıktığı -ndan başlar, kaç mağazaya gittiğinden, almak için kaç elbise denediğinden, indirimlerden, yolda gördüğü tanıdıklarından, alırken yaptığı pazarlıktan devam eder ve sana kocaman bir hikaye anlatır.

-Hikaye dili yani.

-Aynen öyle. Sen akıllı bir erkek olarak ona asla, "Hikaye anlatma, ana fikre gel, kısa kes." demeyeceksin. Böyle bir şey dediğinde bittin demektir. İster öyle de, istersen "seni sevmiyorum." de. İki durumda da "seni sevmiyorum" demiş olacaksın.

-Ne alakası var baba "seni sevmiyorum" demekle "kısa anlat" demenin?

-Çok alakası var. Kadınlar dinlenmedikleri zaman sevilmediklerini düşünürler.

-Bu önemli. Bükçe'de dinlemek sevmektir diyorsun. 

-Aynen öyle. Devam edelim. Bükçe ima dolu bir dildir. Kadınlar konuşurken bir şeyler ima etmeyi severler. Biz erkekler de imalı konuşuyoruz diye düşünürler ve gözlerimizle onlara ne demek istediğimizi çözmeye çalışırlar. Oysa erkeklerin ima yeteneği pek gelişmemiştir. Bizim kastımız söylediğimiz şeydir. 

-Geçen hafta Canan bana "Bir kaç kilo daha versem gelinliğin içinde daha iyi duracağım." dedi. Ben de "Böyle de iyisin." dedim. Canı sıkıldı, bir kaç saat surat astı. ";Neyin var?" diye sordum. "Hiçbir şeyim yok." dedi. Sence nerede hata yaptım?

-"Böyle de iyisin" derken o "de" ekini orda kullanmamalıydın. Canan bunu şöyle anlamıştır. "Böyle de fena sayılmazsın, eh işte, idare edersin ama tabi daha da iyi, daha da güzel olabilirsin."

-Peki ne demem gerekiyordu?

-Şunu hiç unutma. Kadınlar kendileri ile ilgili, giysileri ile ilgili ya da aileleri ile ilgili bir soru soruyorlarsa, kesinlikle iltifat bekliyorlardır. Es kaza eleştirmeye kalkarsan yandın. Bunu hiç unutmazlar. O gün "Hayatım sen zaten Çok güzelsin, kilo vermeye falan bence ihtiyacın yok." deseydin, günün zehir olmazdı. Mesela bir gün kucağına oturup "Ağır mıyım?" derse sakın ;Evet, biraz" falan deme "Hayır" de. Yoksa bir daha kucağına oturmaz.

-Yani diyorsun ki bir kadın her daim güzeldir, her giydiği yakışır ve her kadının annesi bir hanımefendi, babası da beyefendidir. Bana ne yaparlarsa yapsınlar.

-Aferin oğlum, çok hızlı anlıyorsun bana çekmişsin. Kadının, kendi anne babasıyla sorunu olsa, kendi eleştirir ama asla senin eleştirmeni kabul etmez. Bunu kendine hakaret olarak alır.

-Ve asla unutmazlar, değil mi?

-Aynen öyle. Yıllar once annene, annesi için "Biraz cimri." demiştim. Hala "Sen benim annemi sevmezsin." der ve annesi bize bir şey aldığında gözüme sokar, en çok göreceğim yere koyar. 

-Hadi o konularda dilimi tutarım da, şu ima işini çözmek zor geldi.

-Zor gibi ama biraz gayret edersen çözersin. En önemlisi imaları anlayacaksın ama "Sen şunu mu demek istiyorsun?" diye asla yüzüne vurmayacaksın.

-Anladım. Anlayacaksın ama anladığını belli etmeyeceksin. Buna şöyle de diyebiliriz. O beni iğnelediğinde "Niye bana iğne batırıyorsun?" Diye sormayacağım, o iğneyi ben kendi kendime batırmışım gibi yapacağım.

-Güzel ifade ettin oğlum. Mesela dün öğlen annen beni aradı. "Akşama tok mu geleceksin?" diye sordu. Beni biliyorsun akşam yemeklerinde hep evdeyimdir. Kırk yılda bir dışarıda yerim onu da haber veririm. Tabi ben hemen anladım annenin ne demek istediğini. "Tok gel, yemekle uğraşmak istemiyorum" demek istiyor. Anladım ama tabi "Ne demek istiyorsun?" demedim.

-Dün çok yorulmuştu baba, düğün alışverişine çıkmıştık. 

-Bunun pek çok sebebi olabilir. Yorulmuş olabilir, bir kabul gününden tok gelmiş olabilir, bin beş yüzüncü diyetine başlamış ve o gün yemekle uğraşmak istemiyor olabilir. Ama bunu biz erkekler gibi kısa yoldan "Canım benim karnım tok, sen de dışarıda bir şeyler ye, ya da yorgunum, gelirken bir seyler getir yiyelim" demez. Sanki böyle derse, iyi ev kadını rütbesi tozlanacak, mevki kaybedecek. İlla Bükçe anlatacak, asık bir yüzle karşılaşmamak için senin de anlaman gerekiyor. "Hayır, evde yiyeceğim ama istersen hazır bir şeyler alıp geleyim, ne dersin?"dedim. "Tamam." dedi. Döneri sever biliyorsun, dün eve giderken, ekmek arası döner yaptırdım. Onun dönerini de porsiyon yaptırdım. Bunu düşündüğüm için ayrıca sevindi. O da diyette, düğünde daha zayıf görünme derdinde bu sıralar.

-Bu Bükçe'de kısa konuşma yok mu baba?

-Var ama yerinde olsam hiç tercih etmezdim. Kadın konuşmuyorsa ya da kısa konuşuyorsa kesin ciddi bir sorun var demektir. Mesela baktın canı sıkkın, soruyorsun, "Neyin var?" diye. "Hiçbir şeyim yok." diyorsa, aman bir şeyi yokmuş diye bırakma. Yoksa az sonra, çok ilgisiz olduğundan yakınarak, ağlamaya başlar. 

-Bükçe'de "Hiçbir şey yok." demek ";Çok şey var, benimle ilgilen." demek oluyor, o zaman.

-Evet. Biz erkekler "Bir şey yok." diyorsak ya gerçekten bir şey yoktur, sadece başımızı dinlemek istiyoruzdur ya da bir sey vardır ama; "Şu anda konuşacak bir şey yok." diyoruzdur. Her ikisinde de konuşmak istemiyoruzdur. Ama kadınlar ilgiyi sevgi olarak gördükleri için "Bana değer veriyorsan, ilgilen ki anlatayım." demek istiyordur. Çok nadiren gerçekten anlatmak istemiyor olabilir, o zaman da fazla üstüne varıp bunaltmayacaksın tabi.

-Bir arkadaşım da "Kadınların 'Peki.' demesi tehlikelidir" demişti.

-Doğru. Bir kadının ağzından çıkan kuru bir 'peki', 'olur', 'tamam' her zaman tehlikelidir. Bu Bükçe'de "Şimdi tamam diyorum ama acısını daha sonra çıkaracağım." demektir. Sana en kısa zamanda kesin bir ceza keser. Fakat pekinin yanında "Peki canım, olur hayatım" gibi bir hoşluk ekliyorsa korkmaya gerek yok. 

-Zor bir dil baba.

-Yok yok gözün korkmasın, her yabancı dil gibi. İlk başlarda biraz çalışacaksın, pratik yapacaksın, bazen hatalar yapacaksın, dikkat edeceksin sonra otomatiğe bağlanırsın. Kolay yanı şu; senin bükçe konuşman gerekmiyor. Dili anlaman yeterli. 

-Anlamak da pek kolay değil ama.

-Korkma, o kadar zor değil. En önemli kuralları ben sana öğretiyorum zaten. Devam edelim. Kadınlar istediklerini söylemek zorunda kalınca, düşünemediğimiz için biz erkeklere kızarlar ve konuşurken suçlayarak konuşurlar; fakat suçladıklarının farkında olmazlar. Sitem ediyoruz zannederler. 

-Nasıl yani?

-Mesela, karın sana "Ne zamandır dışarı çıkmadık." derse bunu suçlama olarak üstüne alma, canı seninle gezmek istiyordur, bunu sen düşünüp teklif etmediğin için kalbi kırılmıştır. Maksadı seni suçlamak değildir. "Daha geçenlerde gezmeye gittik." gibi bir savunmaya girme. "Tamam canım haklısın, ben de istiyorum, en kısa zamanda gideriz." de, konu kapanır. Tabi ilk fırsatta da sözünü yerine getirirsen iyi olur.

-Küçük ama önemli detaylar.

-Aynen öyle. Mesela karın "Üşüdüm." diyorsa, "Üstünü kalın giy." demeni ya da kombiyi açmanı değil, ona sarılmanı istiyordur. 

-Keşke okullarda öğretselerdi biz erkeklere Bükçe'yi. Ne kadar erken başlasak o kadar çabuk kavrayabilirdik belki.

-Haklısın, aslında ben de sana öğretmek için geç kaldım. Neyse zararın neresinden dönülse kardır. 

-Not mu alsaydım... Epeyce detayı varmış dilin.

-Sen bilirsin oğlum, unutacaksan al. Keşke ben de not alıp gelseydim. Umarım sana eksik öğretmem. Şimdi aklıma geldi. Kadınların en nefret ettiği sözcük "Fark etmez."dir. "Fark etmez"i kadınlar "Hiç umurumda değil, ne yaparsan yap." diye anlarlar.  

-En değerli sözcük nedir?

-Sen bil bakalım.

-"Seni seviyorum." herhalde.

-Evet, kadınlar "Seni seviyorum." sözünü sık sık duymak isterler. Biz erkekler ";Söylemiştim, zaten biliyor." diye bu konuda gaflete düşmemeliyiz. 

-Bükçe sadece konuşma dili midir baba? Bunun bir de davranış dili var gibi geliyor bana.

-Zekan kesinlikle bana çekmiş. Ben de tam ona geliyordum. Davranışlar da çok önemli tabii. kadınlar küçük şeylere önem verirler. Akşam ona sarıl, televizyon izliyorsan sarılarak izle. Gündüz onu düşündüğünü ifade etmek için kısacık da olsa bir mesaj gönder, küçük sürprizler yap. O yemek hazırlarken ona yardım et, salata yap, çay demle. 

-Akşam gelip sırt üstü yatmak yok yani.

-Gözünde büyütme. Sayınca çok şey gibi görünüyor ama aslında bunlar zaman alacak, zor ve masraflı şeyler değil. Sen bu küçük şeylere dikkat et, zaten karın sana paşa gibi davranır, seni yormaz. Bir erkek bu küçük şeylere dikkat etmezse zamanını karısıyla büyük kavgalar yaparak geçirir. Sevgiyle geçirmek varken niye kavgayla geçiresin ki? Kadınlar çok vericidir ama, eğer sen hep alıp hiç vermezsen, bir gün birden patlarlar. Küçük küçük alırlarsa, büyük büyük verirler.

-Tamam baba, bunlara dikkat edeceğim.

Garson yemek tabaklarını kaldırırken oğlumun telefonu çalmaya başladı. Belli ki nişanlısı arıyor, konuşmak için deniz kenarına doğru adımlamaya başladı. Az sonra geldi.

-Baba çok teşekkür ederim. Bükçe'yi anlamaya başladım. Canan aradı. "Salonun perdeleri ne renk olsun karar veremedim, yarın birlikte mi baksak?" dedi. Tam "Fark etmez, sen seç." diyecektim ki bunu senin söylediğin gibi "Ev de perde de umurumda değil." gibi anlayacağı aklıma geldi. "Tabii canım, istersen birlikte bakabiliriz ama ben senin zevkine güveniyorum, sen seç istersen." dedim, çok mutlu oldu. Kendi seçecek.

-O zaten perdeyi çoktan seçmiştir de kadınlar illa yaptıklarını onaylatmak isterler. Birlikte de gitsen o seçtiği perdeyi almak isteyecektir. Biz erkekler onların ne demek istediklerini anlarsak, işlerden kolay sıyırırız.

-Baba tekrar teşekkür ederim. Bu iyiliğini hiç unutmayacağım. Bana Bükçe'yi öğretmeseydin h ali mi düşünmek bile istemiyorum. 

Şanslısın oğlum. Benim seninki gibi bir babam yoktu. Bunları deneye yanıla öğrenmem yıllarımı aldı. Sen yine iyisin, hazıra kondun. Güle güle kullan, isteyene de öğret, herkes de güle güle kullansın. Kullansınlar ki yüzleri gülsün. 

 

 

Sema Maraşlı'nın "Eşimle Tanışmayı Unutmuşuz" kitabından....

14 Şubat 2009 Cumartesi

Abdülhamid içki içer miydi?

Mustafa Armağan



Tarihin dalgaları, kimlik sorunlarımızın artışına paralel olarak toplumsal hafızanın kıyısına giderek daha sık çarpar oldu. Kimlik cüzdanımızda o bir türlü kapatamadığımız boşluğu, tarihe giderek çözebileceğimizi umuyor, bu yüzden tarih okuyor, tarih dinliyor, tarih 'seyrediyoruz'! Ancak televizyon programlarının zaman zaman zihinleri çorbaya çevirme fırsatı kollayanların elinde zehirleyici birer alet olabildiği de bir gerçek.


Nitekim Murat Bardakçı, 4 Ocak 2009 akşamı Kanal 1'de o kadar çok sayıda çam devirdi ki, sayamadım. Herkesi cahil buluyor Bardakçı; zaten kendisinden başka bu ülkede doğru dürüst Osmanlıca okumayı bilen de yok. Oysa büyük ölçüde Vahdettin'in ailesinin kendisine verdiği belgeleri düzenlemekten ibaret bir çalışma olan "Şahbaba"da bile yığınla Osmanlıca okuma hatasını görmezden gelmek için kör olmak lazım. En basiti, sayfa 574'e koyduğu Harbiye Nazırı Şakir Bey imzalı 2 No'lu belgedeki "lede't-tezekkür" ibaresini "ledet'-tezkir" okumuştur. Ortalama Osmanlıca bilgisine sahip birisi bile kelimenin "tezkir" okunması için "kef" harfinden sonra "ya" harfinin gelmesi lazım geldiğini bilir. 

Hata aramaya devam edersek, "tarihçimiz"in aynı kitabın 475. sayfasında okumaya çalıştığı mektubun bir tek sayfasında tam 5 yanlış yaptığını görürüz. Mesela Vahdettin'in "Cenâb-ı Erhamü'r-Rahîmîn" ibaresi, grameri ve anlamı tamamen bozularak "cenabu'r-rahmanu'r-rahim" haline getirilmiş. İnsanın Arapça bilmesine gerek yok, biraz camiye devam etmiş bir kimse bile kulak aşinası olurdu bu klasik dinî ibareye. 

Devam edelim. Ufak tefekleri atlıyorum ama Bardakçı'nın "tahsîn" kelimesini "tahmin" diye okumasına ne demeli bilmem? Bir kere kelimenin "tahmin" okunabilmesi için "ha" harfinin üzerinde nokta ve "mim" harfinin de bir çentiği olmalı değil miydi? Tabii "erae" kelimesi de yanlış okunmuş, aslı "irâe" olacaktı vs. 

Uzatmak mümkünse de bunlar 25 Mart 2001 günkü "Hürriyet"te Tanzimat'ı 1826 yılında ilan ettirmesi gibi fahiş hatalar yanında affedilir cinsten sayılır. Ne var ki Tanzimat'ı tam 13 yıl önce ilan ettiren bu hata dahi Abdülhamid'in içki içtiği iddiası yanında çocuk oyuncağı kalır. 

Bize sürekli belge olmadan tarih yazılmaz, diye pes perdeden dersler veren Bardakçı, bu iddiasında neyi delil gösteriyor, biliyor musunuz? Hanedan reisi Osman Ertuğrul Efendi'nin bir çocukluk hatırasını. Kendisine demiş ki, "Dedem Porto şarabı içerdi, hatta içtiğiyle yetinmez, şifadır diye bize de tattırırdı." Delil dediği bu. 

Bir kere Osman Ertuğrul Efendi'nin doğum tarihi 18 Ağustos 1912'dir. Onun görebileceği tarihlerde Abdülhamid, Beylerbeyi Sarayı'nda hapistir. Evlatları ancak bazı bayramlarda, bir de çok özel izinlerle görüşebilirlerdi babalarıyla (yanlarında bazen torunlarının bulunduğu da olurdu). Özel doktoru Atıf Hüseyin Bey'in notlarından, ölümünden önce kızlarıyla yaptığı son görüşmenin 22 Temmuz 1917'ye rastlayan Kurban Bayramı'nın 3. gününde gerçekleştiğini öğreniyoruz. Osman Ertuğrul Efendi eğer o gün dedesini görmüş ise -ki bu da kesin değil-, o sırada henüz 4 yaşını 11 ay geçmiş bir ufaklıktır. Bu durumda bacak kadar çocuğun şarap markasını hatırlaması gibi bir hafıza mucizesi karşısındayız demektir. (O ânı 90 küsur yıl sonra ayrıntısıyla hatırlaması da ayrı bir mucize sayılmalı değil midir?) 

Bardakçı'ya ne kadar güvenilir? 

Bir kere gözaltında bulundurulduğu Beylerbeyi Sarayı'nda mübarek bayram günü elinde şarap kadehiyle torununu karşılayan bir dedeyi düşünmenin garabeti bir yana, Atıf Hüseyin Bey'in günü gününe tuttuğu notlarda onun içki içtiğine dair hiçbir ipucu vermeyişini neye yormalıyız? Abdülhamid'den pek de haz ettiğini söyleyemeyeceğimiz doktorun Selanik ve Beylerbeyi'ndeki 9 yıllık mahpusluk günlerinde bir tek defa olsun içki içmekte olduğundan söz etmemiş olması yeterince anlamlı bir cevap değil midir? 

Aşağıda kendisini en yakından tanıyan güvenilir şahısların dilinden Abdülhamid'in içki içmediğine dair tanıklıkları okuyacaksınız. Fakat meselenin bilimsel değil, maalesef politik olduğunu da hatırlatalım. Abdülhamid bahane yani. Asıl dava başka. 

Sizin anlayacağınız, bu milletin Abdülhamid'in etrafında sımsıkı kenetlendiğini görenler, hazmedemiyorlar bu sevgiyi. Bu yüzden işleri güçleri, milletin değerlerini gözden düşürmek, hassasiyetlerini kaşımak ve onları kendi yorum tekellerinde tutmak oluyor. 

Ben şahsen Bardakçı'nın, "Şahbaba" ile bir kesimin Vahdettin aleyhindeki direncini kırmasını takdir etsem de, titizliğine ve en önemlisi de samimiyetine güvenmiyorum. Çalakalem ve belden aşağı vuruşlarla tarihi yağmalıyor ve değiştiriyor. Öyle olmasa, sokaklardaki 'çıplak denilecek derecede açık saçık' giyinenlere yönelik bir düzenleme yapılması için verdiği emri çarpıtıp "Abdülhamid çarşafı yasaklamıştı" diye yutturmaya kalkmadan önce belgeyi okuyup ne dediğini anlamaya çalışırdı. (haberturk.com, 8 Şubat 2008) 

Kendi hatalarına bakacaklarına, bu ülkenin yetiştirdiği değerlere sataşmayı ve onların sırtından prim elde etmeyi marifet sayan bir kesim hiç eksilmedi Türkiye'de maalesef. 

İttihatçılık böyle bir şey işte. Çamur at, izi kalsın. Amacına ulaştıktan sonra insanların zihinleri karışmış, umurlarında değil. Bunlara en iyi cevabı vaktiyle Ahmed Rıza Bey vermiş, İttihat ve Terakki'nin Merkez-i Umumi'sinde Talat Paşa ve Eyüp Sabri Bey'in yüzlerine şu acı sözleri tokat gibi çarpmıştı: 

"Ayıp, ayıp. Bu adam 32 sene Hakan ve Halife idi. Sultan Hamid için şu söylenen, yazılan, çizilenlerin büyük kısmının yalan ve iftira olduğunu bildiğimiz halde, nasıl tahammül edip imkân veriyoruz? Bu iftira selinin yarınki muhatapları da bizler olacağız." 

Dediği gibi olmadı mı? 

Tarihten ders almak bunun için önemlidir işte. m.armagan@zaman.com.tr 


 


İŞTE TANIKLAR

"Abdülhamid içki içmezdi" 

Şadiye Osmanoğlu (kızı) 

Babam içki içmez, içenleri hoş görmezdi. Saraya sokulmasını da yasak etmişti. Dindar, Allah'ına bağlı, büyük bir Müslüman idi. Abdestsiz yere basmazdı. 

Ayşe Osmanoğlu (kızı) 

Babam doğru ve tam dinî itikada sahip bir Müslüman'dan başka bir şey değildir. Beş vakit namazını kılar, Kur'ân-ı Kerim okurdu. Herkesin namaz kılmasını, camilere devam edilmesini çok isterdi. Sarayın hususî bahçesinde beş vakit Ezân-ı Muhammedî okunurdu. 

Celâleddin Velora Paşa (Avlonyalı Ferid Paşa'nın oğlu) 

Az yer, içki içmez, kumar oynamaz, ibadetinde kusur göstermezdi. Çok defa; "Boş olan bu hayatı, Tanrı'ya teşekkür için ibadetle geçirmek gerekir." derdi. 

Semih Mümtaz (Reşid Mümtaz Paşa'nın oğlu) 

Şehzadeliğinde bilhassa açıklıklarda yemek yemeyi tercih eder, bu gibi âlemlerin içkisiz eğlencelerine iltifat eylerdi. 

İbnülemin Mahmud Kemal İnal (alim) 

Ayş ü işrete ve fuhş u rezîlete rağbet etmezdi. Salâbet-i diniyyesi müsellem bir Müslim idi. Ferâiz-i diniyyeyi edâda asla tekâsül [kusur] göstermezdi. 


Meraklısı için notlar

Abdülhamid'in iki kızı, babalarını dindarlığı ve içkiye yaklaşımını bizimle paylaştılar: Ayşe Osmanoğlu, "Babam Abdülhamid", 1960, s. 11-22; Şadiye Osmanoğlu, "Hayatımın Acı ve Tatlı Günleri", 1966, s. 22. 

Abdülhamid'in içki içmediğini iki paşa oğlu dile getirmiştir: Celaleddin Velora Paşa, "Madalyonun Tersi", İst. 1970, s. 16; Semih Mümtaz S., "Sultan Hamid'in Hususiyetleri", Resimli Tarih Mecm., Temmuz 1950, s. 244-46. 

İbnülemin Mahmud Kemal İnal "Son Sadrazamlar"ında Abdülhamid'in içki içmediğinden birkaç yerde söz eder. Cüz VIII, 1948, s. 1288-89 ve 1301.
18 Ocak 2009, Pazar

Harika bir karikatür!


GATA'cı paşaların durumu daha nasıl anlatılabilir?

Kaynak

Nasıl Sözlükçü Oldum

Sevan Nişanyan

Askeri cezaevinde vakit nasıl geçer?

1986’da Ali Nesin’le beraber vakit öldürmek için Türkçedeki Arapça kelimelerin köklere göre dökümünü yapalım dedik. Kitap, kâtip, mektup, mektep. İlim, alim, malum, muallim. Şekil, eşkal, teşkil, teşekkül. Velet, evlat, valide, tevellüt. Birkaç hafta çok eğlendik, ufkumuz gelişti, zihnimiz açıldı. Çıktıktan sonra bunu kitap yapalım dedik, ama tabii kısmet olmadı, öyle kaldı. Zaten Ali’nin niyeti başka, benim sabah akşam kaçış planları yapmamdan feci ürküyor, aklımı başka yere çelmek için yapmayacağı marifet yok.

Sonra 1989’du galiba, bir sohbette Türkçedeki Rumca kelimeler konusu açıldı. Oturdum 200-300 kelimelik bir liste yaptım. Neler yok ki? Fesleğen, hülya, kutu, anahtar, avlu, biber, sınır vs. O liste elden ele dolaştı. Kaynak maynak belirtmeden gazetelere bile çıktı. E dedik, demek ki insanlar bu konulara meraklıymış.

Esas zihnimi ateşleyen olay 94’te Yanlış Cumhuriyet’i yazarken dil devrimi hakkında düşünmek oldu. Adamlar diyor ki Türkçe “halk dili” Öztürkçedir, dolayısıyla dilimizden yabancı kelimeleri atarsak yazı dili halk diline yaklaşır, Memo ile İbo daha güzel anlarlar. Bre kelek, Memo ile İbo da Arapçadır diye başladım. Sonra Türkçe’nin en gündelik katmanına girmiş olan yabancı kökenli kelimelerin listesini çıkarmaya giriştim. Yanlış Cumhuriyet’in işi bitince de bunu bir sözlük haline getirmeye karar verdim.

Siyasetten ilme

Demek ki neymiş? İdeolojik bir hırsla işe girişmişim. Baştaki niyetim de zaten o kadar iddialı bir şey değil, Türkçedeki yabancı asıllı kelimeleri dökmek, o kadar.

1995 yazında başladım, dört-beş sene boş vakit buldukça bununla oyalandım. Yavaş yavaş konu çatallaştı. Arapça kelimeleri dökmek yetmiyor, bunların birçoğu Türkçede aslından ayrı anlamlar kazanmışlar, onları da belirtmek lazım. Yunanca kelimeleri dökmek yetmiyor, bunların bir kısmı direkt Rumcadan alınmış, bir kısmı Arapça üzerinden gelmiş, birçoğu da modern devirde Batı dillerinden aktarılmış. Ayırmak lazım. Sonra Farsça bilmem, mecburen oturup işime yarayacak kadar Farsça öğrenmek zorunda kaldım. Osmanlı yazarlarının bir kötü huyu var, aslını bilmedikleri kelimeleri “Farsçadır” deyip geçmişler. Pergûle de Farsça olmuş, trabzan da, pezevenk de. Onları çözmeye çalıştıkça ister istemez hakiki kaynaklara inmeye, Farsçanın da geçmişini çalışmaya başlıyorsun. Battıkça battım. Kitaplar masanın kenarına dağ gibi yığıldıkça marangozu çağırıp raf yaptırıyorum. Müjde odaya girmekten korkuyor, bunlar bir gün başına devrilirse gömülüp gideceksin, seni bulamayacağız diyor.

İşin bir aşamasında esas Türkçe kelime hazinesini işe katmadıkça çalışmanın eksik kalacağını anladım. Kilit olay sanırım Hasan Eren’in 98’de Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü gibi breh breh bir isimle yayınladığı kolaj çalışmasıydı. Arapça ile Farsçadan habersiz, muhtemelen Fransızca bile bilmeyen, bilmediği şeyi sözlükten bakmaya üşenen bir ideoloji memuru bu işe soyunabiliyorsa ben niye yapmayayım diye düşündüğümü hatırlıyorum.

2000 yazında Ortaasya Türkçesiyle tanıştım. Üç dört ay Divan-ı Lugat-i Türk’le yatıp kalktım, ki muazzam bir sözlüktür, Arap sözlükçülüğünün (yes!) büyük şaheserlerinden biridir. Yeni deryalara açılmış gibi oldum. Etrafımdaki insanların kafasını aylarca bununla şişirdim. Yanmakla yakmanın ilişkisi nedir? Çalmaktan çalışmak nasıl olur? Dolmaktaki le’nin işlevi nedir? Sapan ne demektir, kim nereye sapıyor?

Adaletin faydaları

2001’de gene hapse girince “tamam” dedim, “fırsat bu fırsattır”. Hikmet Sami Türk sağolsun, bilgisayarımı yanıma almama izin verdiler. Üç kitap, beş kitap derken Selçuk Kapalı Cezaevinin idare odasını iyice işgal edip yerleştim. Günde net 14 saat çalışıyorum. Gariban gardiyanlar odaya ürke korka giriyorlar, “hocam rahatsız etmezsek bir yazı yazmamız lazım” diye. Sakal göğsüme inmiş, koca koca Arapça, Osmanlıca kitaplar karıştırıyorum, evliyadır herhalde diye karar verdiler, üstelik de gâvur, iyice kafaları karıştı. Cengiz gardiyan sabahın üçüne kadar dış kapıda nöbet tutuyor, savcı efendi gelip benim o saatte halâ çalıştığımı görmesin diye. Nizamnameye göre akşam saat beşte koğuşa kapatılıp kilitlenmemiz gerekiyor çünkü.
Yakalanırsam gardiyanlar yanar.

Hapisteyken en büyük keşif Hintavrupa literatürünü tanımam oldu. Adamlar 180 sene çalışmışlar, bütün Avrupa ve Hint-Fars dillerinin atası olan ölmüş dili sıfırdan inşa etmişler. Dibilim teorisiyle o zaman tanıştım. Joyce sağolsun Boğaziçi kütüphanesinden Clauson’un Ortaasya Türkçesi etimolojisini gönderdi, o da ayrı bir ufuk açtı. Kargacık burgacık büyük boy bin sayfa, roman okur gibi okudum. Koğuştaki dolandırıcı arkadaşla tecavüzcü Aydın’a çalmak ve çarpmak fiillerinin inceliklerini anlatıyorum, ağızları açık dinliyorlar.

Susurluk’tan doğan kitap

Hapisteki yedinci ayımda Susurluk mahkûmlarından üçü bize komşu geldi. Mecburen tanıştık, sohbet ilerledi, sosyal bir ortam doğdu. Onlar da merak ettiler, bütün gün yukarıda nefes almadan ne çalışıyorsun diye. Ben anlattıkça merakları artıyor, sordukça soruyorlar. Meslekleri katillik, olabilir, daha ne meslekler var; ama mesai dışında zekice, normal insanlar. Üstelik uç meslekler yapan insanlara özgü bir tür zihin açıklığına da sahipler; Hasan Eren’lerden iyidir gene. Bari şunlara anlattığım dille bir şeyler yazayım dedim. Geceyarısından sonra yazdığım fıkralardan Elifin Öküzü kitabı doğdu. Sözlüğe şimdilik 14 yılda kaba hesap onbeşbin saat mesai harcamışımdır herhalde. Elifin Öküzü dört haftada yazıldı. Sözlüğün iki misli para kazandı.
Para dediğim de, evlere gündelikçi gitsem bunun otuz katını kazanırdım aşağı yukarı. Gene de Allah bereket versin, yayınevinden durduk yerde bir bin lira geldiğinde insan mutlu oluyor, eş dost yemeğe filan gidiliyor.

Cahil cesareti

Hapisten çıkınca sözlüğü basmaya karar verdim. Çünkü basmasam bir daha o çalışma temposunu tutturabileceğim şüpheli. İş var, güç var, çoluk çocuk var, sorumluluk var. Sen unutsan da etraftakiler hatırlatır, boş iş için bu kadar uğraşıyorsun, çalış da bir baltaya sap ol derler.

Şimdi dönüp bakıyorum da, o cesaret ancak cehaletten gelebilirmiş. Bilgi sonsuz bir deniz: aylar yıllar boyu kürek çekiyorsun, baktığında bir arpa boyu yol gitmemişsin. Açıldıkça cehaletini daha iyi anlıyorsun; denizin sonsuzluğunu daha büyük dehşetle kavrıyorsun. Adam Oxford English Dictionary’yi yazmak için 40 sene çalışmış; 75.000 (yazıyla yetmişbeşbin) kişiyle yazışmış. Eh, Cumhuriyet dedikleri 80 küsur yıl oldu, yapsalardı bir şey deyip kendini avutmaktan başka çare yok.

Her başarı bir tuzaktır

Kitap çıktı, malum goygoycular dışında herkes beğendi. Ama ben sadece eksikleri ve yanlışları görüyorum. Kendini bir kere bağlamışsın, artık kaçamazsın da. Mecburen gene yumuldum. Bir seneye yakın Arapçanın geçmişiyle uğraştım; Aramice, İbranice ve eski Asur diliyle cebelleştim. Türkçede üçbinden fazla Arapça kelime var; Arapçanın eski akrabalarını tanımadan bunların çoğunu analiz etmek mümkün değil. Felek Asurice’de çark demekmiş; heykel aslında saray ve tapınak demekken nasıl anlam değiştirmiş; kâfir ile kefaretin alakası nedir, bunlarla uğraştım.
Sonra Moğolcaya sardım. Orada bir süre yanlış yollarda oyalandım. Moğolcada Türkçeye benzer binlerce kelime var. Bunların ortak kökten gelen kuzenler değil, bundan aşağı yukarı ikibin yıl önce o zamanki Türkçeden alınmış sözcükler olduğunu daha yeni anladım. Gene ufuklar açıldı.

Posteki saymak

Türkçenin tarihini bilmeden köken analizine girmek donkişotça bir iş. Bir kelimenin yapısını anlamak için önce o kelime ne zaman çıkmış, hangi anlamda kullanılmış, nasıl evrilmiş, onu bilmek lazım. Bu sefer oturup, delinin posteki sayması misali, her kelimenin Türkçede ilk kaydedildiği tarihi aramaya başladım. Anadolu Türkçesinde yazılmış ilk tasavvuf şiirlerini, Ortaasya Türkçesinde yazılmış Kuran tefsirlerini, Osmanlı tarihçilerini, 18. yüzyıla ait yemek kitaplarını, 19. yüzyılda çıkan gazeteleri, 1950 ve 60’ların Hayat dergisi koleksiyonlarını baştan başa okudum; kelime listeleri çıkardım. Meninski’nin, Asım’ın, Ahmet Vefik Paşa’nın, Şemseddin Sami’nin sözlüklerini neredeyse ezberledim. Sahaflardan Türk Dil Kurumu sözlüğünün 1945’ten bu yana bütün eski baskılarını buluşturup her kelime ilk hangi baskıda çıkmış diye baktım. O çalışma da şu günlerde galiba sonuna yaklaşıyor.

Sözlüğün en zayıf tarafı esas Türkçe kısmıdır, fena halde farkındayım. Sebebi aslında basit. Bir kere çalışmaya ilk başlama mantığı gereği “öz” Türkçeyi uzun süre ihmal ettim. Biraz yama gibi durdu. İkincisi, bizde “Türkolog” diye geçinenleri okudukça adamların ideolojik saplantılarına illet oldum. Bunların her dediği, aksi kanıtlanmadıkça yalandır gibi bir yargıya kapıldım. Sonra sonra farkettim ki Türkoloji bunlardan ibaret değil, dışarıda ciddi eserler ortaya koymuş adamlar var. İçeride de son on-onbeş yılda düzgün işler yapılıyor, Mehmet Ölmez filan. (Talat Tekin’i de unutmamalı.)

Marcel Erdal’ın kitapları bir senedir başucumdaki rafta kötü kötü bana bakıyordu. Sonunda cesaret ettim, okudum, ne kadar cahil olduğuma bir kere daha hayret etme fırsatı buldum. Old Turkic Word Formation, muazzam bir eser, ama “uzman değilsen git öl” diliyle yazılmış. Mecbur, uzman olmasam da okuduğumu anlayacak seviyeye geldim. Dördüncü baskıda Öz Türkçe kelimelerimde de fazla hata bulamayacaklar diye umuyorum.

Proto-Türkçe dedikleri, en eski yazılı dönem öncesi Türkçe kısmı hala eksik. Starostin ve Décsy ekolünün çalışmalarından haberim var, ama bana pek o kadar inandırıcı gelmiyor. Sıra ona da gelir inşallah.

Geçen yazdan beri, malum, sosyal hayattan birazcık elimi çektim. Üniversiteye ara verdim, İstanbul’a gidip gelmeyi asgariye indirdim. Hatun işleri de kesat. Günde 14 saat olmasa da net beş-altı saat sözlüğe çalışabiliyorum. İyi geliyor.

Ne uğraşırsın be adam

İşin yok mu be adam diyenlere cevabım nedir, bilmiyorum. Şunlar olabilir.
Bir kere iptila. İnsanlar balli koklamaya bile müptela olabiliyor, kelimeleri koklamak da öyle bir şey. Başladın mı bırakamıyorsun.

İkincisi sanırım psikoloji ile alakalı. Türkçe anadilim değil. Gerçi üç-dört yaşımdan beri en çok kullandığım, en iyi bildiğim dil. Son otuz senede Ermenice on kitap okumuşsam, Türkçe beşbini geçmiştir rahat. Gene de insan hep “öğrenme” modunda kalıyor, bu dili yeterince bilmiyorum duygusunu bir türlü aşamıyor. Bir şekilde olaya “dışarıdan”, turist gibi bakmaya devam ediyor, “aa ne ilginç” diye diye geziyor. Vatanmilletçi takımını asıl kızdıran da bu galiba. Sen benim atalarımın dilini, yalan yanlış oluşturduğum kimliğin temelini, cehaletimin yegâne istinatgâhını nasıl böyle kurcalarsın diye, için için kaynıyorlar.

Memlekete faydalı bir iş yapmak da güzel bir duygu ayrıca.

Soros para vermiyor. Matematik Köyü için istedik, git işine dediler.
_______________
Sevan Nişanyan’ın Sözlerin Soyağacı: Çağdaş Türkçenin Etimoloji Sözlüğü, 3. basım, Adam Yayınları, halâ mevcut. Kitapçılarda tek tük bulunuyor. Dördüncü basım birkaç ay sonra çıkacak. Elifin Öküzü’nün yeni baskısı Kırmızı Yayınlarından çıktı.


Kaynak: Nasıl Sözlükçü Oldum

1 Şubat 2009 Pazar

Türkiye Osmanlı Olduğunu Hatırlıyor

Hadi hadi, dürüst olun, açık konuşun: Başbakan, açık oturumun yöneticisi David Ignatius'a da, Şimon Peres'e de "bozuğunu atıp" toplantıyı terkedince içinizden "ulan helal olsun" demediniz mi?

Peki, gecenin köründe onu karşılamak üzere Yeşilköy'e koşan binlerce kişiyi görünce aklınızdan "hop ninnayı ninnayı, Kılıçdaroğlu aldı havayı" şeklinde bir türkü de mi geçmedi?
Hatta "AKP'ye oy vermeyecektim ama şimdi vereceğim" diye düşünenler de mi çıkmadı aranızdan?

Yalan söylüyorsunuz.

Bu yalan, George Bush'a ayakkabı fırlatan Arap gazeteciyi alkışlayıp şimdi de "Erdoğan yanlış yaptı" edebiyatına yatanların ikiyüzlü çıkarcılığını andırıyor...

Aydın Doğan'a daha iyi uşaklık edebilme kuyruğuna girenlerinki kadar zavallı bir tutum bu.

Türk, efelenmeyi sever. Efelenen başbakan da hoşuna gider.

Daha önce "masaya yumruğunu vurdu kalktı" balonlarını çok dinlemiş ama ilk kez gerçekten kalkıp giden bir başbakan görmüştür canlı yayında canlı canlı.

Çünkü Türk, büyük bir imparatorluk kurmuş ve altı yüz yıl da yönetmiştir.

En "ulusalcı" geçinenlerin bile aklına hemen yeni bir imparatorluk gelmesi, heveslerinin hemen bir Turan İmparatorluğu'na yönelmesi de bundandır. Aşağısı kurtarmaz!

"Misak-ı
milli sınırları", herkesin bilinçaltında "geçici bir süre katlanılmak zorunda kalınan bir emrivakidir" bu ülkede...

Çünkü biz İsrail'e de, Irak'a da, Suriye'ye de, Mısır'a da, Lübnan'a da, Arabistan'a da, hatta Yunanistan'a da, Bulgaristan'a da, Kosova'ya da, Bosna'ya da "eski vilayetimiz" gözüyle bakarız... Çünkü öyledir!

İşte bunun için, bilinçaltımızda Kuzey Kıbrıs da "üç yüz yıl süren toprak kaybı sürecinden sonra hiç olmazsa azıcığını geri alabildiğimiz bir parçadır"...

İşte bu nedenle Kıbrıs'tan çekilmek istemeyiz, çünkü bize "vermek" gibi görünür.

İşte bu nedenle "İsrail'e ayar veren" bir başbakan da kahraman gibi karşılanır!

Arap dünyasının takdirleri de gururumuzu fena halde okşayacaktır... Çünkü herkes temelde Osmanlı olduğunu hatırlamaktadır! Biz de, onlar da...

İsrail ile ilişkilerimizin bozulması ya da bozulmaması da, "monşer kılıklı" üç beş emekli memurdan ve onların kafasında giden üç beş karta kaçmış gazeteci eskisinden başka kimsenin umurunda olmayacaktır kamuoyunda...

"İstanbul'u
başkent yapmak istiyorlar" diye atıp tutanlar gizlice "ulan fena da olmaz ha" diyeceklerdir kendi kendilerine...

Biz istesek de istemesek de "Kasımpaşalı" gene kazanacaktır. Kılıçdaroğlu'na oy toplamak için takla atanlardan başkası da yırtık pabuçla çamurda gezmek gibi ucuz "popülizm" numaralarını yemeyecektir.

Çünkü burası İstanbul'dur, bozkır değildir. Burada bin çeşit kertenkele vardır ama hiçbirinin ruhu kalorifer dumanı kokmaz.

Engin Ardıç

Kaynak: Sabah

31 Ocak 2009 Cumartesi

Arab'ın Eşeği

Ankara İlahiyattan Prof Hayri Kırbaşoğlu'nun tercüme ettiği   Mohamed Abbas Orabi'ye ait mail. Bir eşek hikayesi ….


حمير العرب

ARAB'IN EŞEĞİ

دخل حمار مزرعة رجل


Adamın birisinin tarlasına bir eşek girer  

وبدأ يأكل من زرعه الذي تعب في حرثه وبذره وسقيه؟

Sürüp ekip sulamak için ter döktüğü tarladaki ekinleri yemeye başlar

كيف يُـخرج الحمار؟؟

Şimdi bu eşeği nasıl çıkarsın adam?

سؤال محير ؟؟؟

Cevap vermesi zor bir soru!!!

أسرع الرجل إلى البيت

Adam hemen hızla eve gider

جاء بعدَّةِ الشغل

Alet edevatlarını getirir

القضية لا تحتمل التأخير

İşin beklemeye tahammülü yok!

أحضر عصا طويلة ومطرقة ومساميروقطعة كبيرة من الكرتون المقوى
Uzun bir sopa ,bir çekiç,bir miktar çivi ve bir de büyükçe bir tabaka mukavva getirir
كتب على الكرتون
Mukavvanın üzerine şöyle yazar:
يا حمار أخرج من مزرعتي

“Ey eşek tarlamdam çık!”

ثبت الكرتون بالعصا الطويلة 
Sonra mukavvayı uzun sopaya çakar
بالمطرقة والمسمار
Çivi ve çekiçle 
ذهب إلى حيث الحمار يرعى في المزرعة
Tarladaki ekinleri yemekte olan eşeğin yanına varır
رفع اللوحة عالياً
Elindeki pankartı kaldırır
وقف رافعًا اللوحة منذ الصباح الباكر
ve sabahın köründen itibaren elinde pankartla dikilir
حتى غروب الشمس
Tâ güneş batıncaya kadar
ولكن الحمار لم يخرج
Fakat eşek çıkmaz!
حار الرجل
Adam şaşkındır
'ربما لم يفهم الحمار ما كتبتُ على اللوحة'
“Belki de eşek pankartta ne yazıldığını anlamamıştır?”


رجع إلى البيت ونام

Eve döner ve yatar uyur

في الصباح التالي
Ertesi sabah
صنع عددًا كبيرًا من اللوحات
Çok sayıda pankart hazırlar
ونادي أولاده وجيرانه

Çocuklarını ve komşularını da çağırır

واستنفر أهل القرية

Köy halkını galeyena getirir

'يعنى عمل مؤتمر قمة'

“Yani bir zirve toplar”

صف الناس في طوابير

İnsanları kuyruklar halinde dizer

يحملون لوحات كثيرة
Ellerinde pankartlar:
أخرج يا حمار من المزرعة
“Ey eşek tarladan çık!”
الموت للحمير
“Eşeğe ölüm!”
يا ويلك يا حمار من راعي الداروتحلقوا حول الحقل الذي فيه الحمار
“Yazıklar olsun sana ey eşek tarla sahibinden ne istiyorsun?” Eşeğin ekinleri yemekte olduğu tarlanın etrafını çevirirler
وبدءوا يهتفون
Başlarlar slogan atmaya:
اخرج يا حمار. اخرج أحسن لك
“Çık ey eşek, çıkmazsan fena olur!”
والحمار حمار
Eşek eşek !
يأكل ولا يهتم بما يحدث حوله
Yemeğe devam eder ve etrafında olup bitenlere dönüp bakmaz bile
غربت شمس اليوم الثاني
Ertesi gün de güneş batar
وقد تعب الناس من الصراخ والهتاف وبحت أصواتهم
İnsanlar bağırmaktan,slogan atmaktan yorulmuş ve sesleri kısılmıştır
فلما رأوا الحمار غير مبالٍ بهم رجعوا إلى بيوتهم
Bakarlar ki eşek kendilerine aldırmıyor, dönerler evlerine
يفكرون في طريقة أخرى
Başka bir çözüm bulmak lazım!
في صباح اليوم الثالث
Üçüncü günü sabahı
جلس الرجل في بيته يصنع شيئاً آخر
Adam evinde başka birşey yapmağa girişir
خطة جديدة لإخراج الحمار
Eşeği çıkarmak için yeni bir plan
فالزرع أوشك على النهاية
Çünkü ekinler ha bitti ha bitecek
خرج الرجل باختراعه الجديد
Adam yeni icadını getirir
نموذج مجسم لحمار
Eşeğin kuklası
يشبه إلى حد بعيد الحمار الأصلي
Gerçek eşeğe çok benziyor
ولما جاء إلى حيث الحمار يأكل في المزرعة
Eşeğin tarlada ekinleri yediği yere gelince
وأمام نظر الحمار
Eşeğin gözleri önünde
وحشود القرية المنادية بخروج الحمار
Eşeğe çıkması için bağırıp duran kalabalık köylülerin önünde
سكب البنزين على النموذج
Maket üzerine benzin döker
وأحرقه
ve ateşe verir
فكبّر الحشد
Kalabalıklar tekbir getirir
نظر الحمار إلى حيث النار
Eşek de ateşin olduğu yere bakar
ثم رجع يأكل في المزرعة بلا مبالاة
sonra da umursamaksızın tarlada otlamaya devam eder
يا له من حمار عنيد
Amma da inatçı eşekmiş yahu!
لا يفهم
Laftan anlamıyor
أرسلوا وفدًا ليتفاوض مع الحمار
Bu sefer eşekle görüşmek için heyet gönderirler
قالوا له: صاحب المزرعة يريدك أن تخرج
Derler ki: Tarla sahibi kendisinin tarlasından çıkmanı istiyor
وهو صاحب الحق
Haklı olan o !
وعليك أن تخرج
Sana düşen çıkıp gitmek
الحمار ينظر إليهم
Eşek hala onlara bakar
ثم يعود للأكل
Sonra otlamaya devam eder
لا يكترث بهم
Hiç onlara aldırmaz
بعد عدة محاولات
Başarısız birkaç girişimden sonra
أرسل الرجل وسيطاً آخر
Adam başka bir aracı gönderir
قال للحمار
Aracı eşeğe der ki:
صاحب المزرعة مستعد
Tarla sahibi hazır
للتنازل لك عن بعض من مساحته
Tarlanın bir kısmından vazgeçmeye
الحمار يأكل ولا يرد
Eşek yemeye devam eder,dönüp bakmaz bile
ثلثه
Üçte birini sana vermeye razı!
الحمار لا يرد
Eşek yine cevap vermez
نصفه
“Yarısını verecek!”
الحمار لا يرد
Eşekte yine cevap yok
طيب
Peki peki!
حدد المساحة التي تريدها ولكن لا تتجاوزه
İstediğin kadar alanı sen belirle,ama belirlediğin alanın dışına çıkma
رفع الحمار رأسه
Eşek başını kaldırır
وقد شبع من الأكل
Artık yiye yiye iyice doymuştur
ومشى قليلاً إلى طرف الحقل
Tarlanın kenarına doğru biraz ilerler
وهو ينظر إلى الجمع ويفكر
Kalabalığa bakar ve düşünür
فرح الناس
İnsanlar sevinirler
لقد وافق الحمار أخيراً
Nihayet eşek anlaşmaya yanaştı
أحضر صاحب المزرعة الأخشاب
Tarla sahibi tahtaları getirir
وسيَّج المزرعة وقسمها نصفين
Tarlayı iikiye böler ve ???????
وترك للحمار النصف الذي هو واقف فيه
Eşeğin olduğu hisseyi ona bırakır
في صباح اليوم التالي
Ertesi sabah
كانت المفاجأة لصاحب المزرعة
Tarla sahibini bir sürpriz beklemektedir
لقد ترك الحمار نصيبه
Eşek kendi hissesini bırakmış
ودخل في نصيب صاحب المزرعة
Tarla sahibinin hissesine dalmış
وأخذ يأكل
otlamaya burada devam ediyor
رجع أخونا مرة أخرى إلى اللوحات
Kardeşimiz tekrar pankartlara müracaat eder
والمظاهرات
ve mitinglere
يبدو أنه لا فائدة
Anlaşılan faydası yok
هذا الحمار لا يفهم
Bu eşek laftan anlamıyor
إنه ليس من حمير المنطقة
Galiba bu , bu yörenin eşeği değil
لقد جاء من قرية أخرى
Herhalde başka bir köyden gelme
بدأ الرجل يفكر في ترك المزرعة بكاملها للحمار
Adam artık tarlanın tamamını eşeğe bırakmayı 

والذهاب إلى قرية أخرى لتأسيس مزرعة أخرى
ve başka bir köye gidip yeni bir tarla edinmeyi düşünmeye başlar
وأمام دهشة جميع الحاضرين وفي مشهد من الحشد العظيم
Orada hazır bulunanların ve büyük kalabalığın gözleri önünde
حيث لم يبقَ أحد من القرية إلا وقد حضر
Köydeki son insanın bile hazır olduğu bu kalabalık huzurunda
ليشارك في المحاولات اليائسة 
Bu ümitsizce çabalara
لإخراج الحمار المحتل العنيد المتكبر المتسلط المؤذي
işgalci,inatçı,mütekebbir, saldırgan ve zarar kaynağı eşeği çıkarmak için sergilenen bu çabalara katkıda bulunmak için
جاء غلام صغير
küçük bir oğlan çocuğu da gelmişti
خرج من بين الصفوف
Çocuk kalabalıkları yararak
دخل إلى الحقل
tarlaya girdi
تقدم إلى الحمار
eşeğin yanına vardı
وضرب الحمار بعصا صغيرة على قفاه
küçük bir sopa ile eşeğin kıçına vurdu
فإذا به يركض خارج الحقل ..
O da ne:Eşek dört nala tarlayı terkediyor!!!
'يا الله' صاح الجميع ....
“ Hay Allah!” diye bağırır herkes
لقد فضحَنا هذا الصغير
“Bu ufaklık hepimizi rezil etti”
وسيجعل منا أضحوكة القرى التي حولنا

 Hepimizi komşu köyler nezdindede maskara edecek

فما كان منهم إلا أن قـَـتلوا الغلام وأعادوا الحمار إلى المزرعة

ثم أذاعوا أن الطفل شهيد !!

Hemen oğlan çocuğunu oracıkta öldürürler , eşeği de tekrar tarlaya sokarlar ve çocuğun “şehit olduğu” haberini etrafa yayarlar  

17 Ocak 2009 Cumartesi

Reuters'in Dünyaya Gönderdiği Fotoğraf

Yemen'de düzenlenen İsrail protestosunda insanları taşıdığı fotoğraf tüylerimi diken diken etti.





Arap dünyası, o kadar zamadan sonra kafasını kuma sokmaktan vazgeçip zulme hayır diyerek sesini yükselten bir Türk liderini yeniden baştacı ediyor!







10 Ocak 2009 Cumartesi

Senin Saçların Daha Güzel Gazze

Gazze uyan geç kaldın okula. Erken yat diyorum sana. Uykunu alamıyorsun. Gazze uyan yüzünü yıka kızım.

Gazze kahvaltın hazır hala uyanmadın mı? Sütün soğuyor ama.

Gazze pazarlık yok! Tabağındakiler bitecek, az bir şey koydum zaten. Hadi kızım oyalanma okula geç kalıyorsun.

Gazze çantan hazır mı? Kitapların çantanda mı?

Annen seni bekliyor tarağı ve tokalarını al. İstediğin renkleri alabilirsin. Biraz sabret ağlama hemen. Saçların içiçe geçmiş. Açılmazsa sonra daha çok acıtır.

Gazze çıkıyoruz kızım. Derslerine dikkat et, öğretmenine iyi kulak ver. Merak etme gelirim, seni ne zaman okulda bıraktık kızım? Her zaman aynı şeyi söylüyorsun. Tamam geç kalmam. Üzerine bir şeyler giymeden bahçeye çıkma Gazze. Hava çok soğuk, hasta olursun.

İyi dersler Gazze.

**

Okul nasıl geçti kızım? Beslenme çantandakileri yedin mi Gazze?

Tamam giderken dergi alırız kızım. Ama bu sefer diğerinden alalım hep aynı dergiyi tutturuyorsun Gazze. Hem bak o kız hiç bize benzemiyor. Saçmalama kızım senin saçların daha güzel. Hem herkesin saçlarının düz ve sarı olması gerekmiyor.

Senin saçların daha güzel Gazze.

Tamam bugün birlikte okuruz kızım. Şiir de okuruz Gazze.

Gazze annene yardım edecek misin mutfakta? Tamam çorbayı sen karıştır kızım. Fazla televizyona takılmak yok ona göre. Ödev verdi mi öğretmenin? Yardım ederim kızım.

Sümeyye’lere hafta sonu gideriz Gazze. Ona da dergi alırız elbette.

**

Kızım bu saatte dışarı çıkılmaz.

Gazze onlar havai fişek değil kızım. Onlar bomba! İçeri gir kızım pencereden bakma. Gökyüzünde parlayan her şey bomba Gazze.

Misket, bombanın adı Gazze.

Bombanın adı misket.

**

Akşam erken yat Gazze olmaz mı? Üstünü açıp duruyorsun geceleri, dikkat et.
Ama ölme Gazze lütfen.

Gazze ölme…

Ölme kızım.

TARIK TUFAN

6 Ocak 2009 Salı

Hadi , yapsana Amca!

2002 yılıydı. İsrail yine tank ile, top ile, füze ile ölüm kusuyordu.
İktidardaki (ulusal solcu) Ecevit, (milliyetçi) Bahçeli, (liberal) Yılmaz koalisyonu, Genelkurmay'ın büyük ısrarıyla İsrail ile tank anlaşması yapıyordu.
Başka bir ısrarla bunun aleyhinde "durmadan" yazanlardan biriydim. Belki de en ısrarcı ve inatçı yazılardı.

Birkaç açı vardı:

1. Yine tam Filistinlilerin katledildiği bir zamanda bu iş yapılıyordu.

2. Katliam silahlarının kaynağı olan İsrail devlet şirketi IMI tam bir mali krizdeydi ve Türkiye'den alınacak ihale ölüm kusan tanklara ilaç olacaktı.

3. İhale şaibeliydi. Komisyoncular, aracılar ve sivil ile askeri şaibeler. Eski bir tankın modernizasyonu için İsrail'e verilecek para neredeyse yeni nesil bir tankın fiyatı kadardı. İtiraz eden kimi görevlilere el çektirilmişti.
O zaman, ihale bedeline konan belirsiz bir miktarı da hesaplamış ve "yüzde"yi de yazmıştım.

4. Bu işin pekala yerli firmalarla da yapabileceği belirtiliyordu. Yan sanayi de dahil.

Kıvrık oğlu
Bu ısrarlı karşı çıkışlara dönemin Genelkurmay Başkanı'nın cevabı çok ağır, çok incitici, aslında tam hakaret davalıktı.
Hani, halefi komutanın kadehinde şarap mı kola mı olduğuyla çok ilgili, hani "yirmisekizşubatbinyıl"cı Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu, "Bu ihaleye karşı çıkanlar Yahudi düşmanı doğmuş" deyiverdi.
Ama ihalenin kamu vicdanındaki yaralarını, ihaledeki şaibeleri dert etmedi.
Mesela, "ihale"yi savunan yazısında Ertuğrul Özkök' ün aktardığı gibi...
"Filistin'de durum kötüleşiyor. Böyle bir dönemde ihaleyi İsrailli şirkete vermemiz doğru mu?" diye tereddüt eden Ecevit'e, Özkök'ü sevinçli bir telaşla yazısına "O soru soruldu, cevabını asker verdi" aşlığını attıran ve vicdanı muhtemelen sızlayan Başbakan'ı da ezen cevabı vurmuştu.

Ayıptır
O dönemden arşivde iki "karşı tavır" daha var.
1. "Tank ihalesi askıya alınmalı. Dışarıdan gelen paranın adresi birileri tarafından belirleniyor, bu yüzden ihale İsrail'e veriliyor. İhale askıya alınmalı."
2. "Tank modernizasyonunun Türkiye'de yapılmaması büyük ayıp. Böyle bir ortamda İsrail'e tank ihalesi verilemez. Bir an önce askıya alınmalı. Türkiye'nin bu ihaleyi iptal etmemesi ayıp. Bu, ülkemiz için kanayan bir yaradır. İSRAİL SALDIRGANLIĞINA ONAY VERMEK VE GÖRMEZLİKTEN GELMEK ANLAMINA GELİR. Ayıptır, basiretsizliktir."

Askıya ya!
2002 yılı nisan başlarındaki bu demeçlerin iki sahibi bugün başka konumlarda.
1 Numara, yine o günkü gibi AKP Genel Başkanı ve bugün Başbakan.
2 Numara, o günkü AKP Genel Başkan Yardımcısı, bugün Cumhurbaşkanı.
İkisi de, eminim ki içtenlikle, İsrail'in bugün de ölüm kusmasına tepki duyuyor.
Ama ikisi de bugün "iktidar ve devlet"; eminim ki, önceki hükümete atıp tuttuklarını kendilerine söyleyemeyecekler.
Ayna önünde kendileriyle hesaplaşmayacaklar. Partilerinde bu yönde bir eleştiriye maruz kalmayacaklar; kimse gıkını çıkarmayacak.
Henüz daha yeni verilmiş 167 milyon dolarlık bir ihale var İsrail'e, Gazze'ye saldırıdan hemen önce, İsrail Başbakanı Ankara'yı uyuttuğu veya hipnotize ettiği sırada; askıya alsalar ya!
Şu anda İsrail'in lehine 2 milyar dolara yaklaşmış silah ticaretimiz var; skıya alsalar ya!
Yine kendileri Erbakan iktidarı üyesi iken, İsrail'e verilmiş imtiyazlar var; serbest ticaret ve ölüm kusucu İsrail uçakları ile bizim topraklardaki kankalık gibi; askıya alsalar ya!

Aynen öyle
Bize diyebilirler ki... "Devlet işi başka".
Biz de diyebiliriz ki... Bunu, öldürülen Filistinlilere, ablukada açlıkla, korkuyla, travmayla zaten yarı ölü iken, tankımıza kanka tanklar ve uçaklarımıza kanki uçaklarla yüzde yüz öldürülen çocuklara anlat Amca!
Kim demişti, "İsrail saldırganlığına onay vermek ve görmezden gelmek" diye.
Kim demişti, "Ayıptır, basiretsizliktir" diye.
Kim demişse, bugün de aynen öyle! Aynen iade!

Umur Talu / Sabah