28 Aralık 2008 Pazar

Dikkat Mezarlık Fatiha



Erzurum'daki bir trafik yön uyarı levhası görenleri önce şaşkına çeviriyor, ardından da Fatiha suresini okutuyor. Erzurum Palandöken Belediyesi sınırları içerisinde bulunan Börekli Mahallesi'nde sürücüler, yolun sağına dikilmiş olan trafik yön levhasını görünce şaşkınlık geçiriyor.



'Dikkat Mezarlık! Fatiha' yazılı trafik tabelasını gören sürücüler önce yazıyı okuyor, ardından da bütün ölmüşlerin ruhuna Fatiha gönderiyor. Börekli Mahallesi sakinleri yön levhasının yaklaşık 15 yıl önce köy yolu çalışmaları esnasında yerleştirildiğini belirtiyor.


Orhan Yıldırım, Erzurum


Kaynak: Zaman


http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=778119&title=yon-levhasi-dikkat-mezarlik-fatiha


Gazze'ye açık mektup

Hakan Albayrak

Sevgili Gazze,

Allah'ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun. 

Bugün Kurban Bayramı. Doyasıya et yiyeceğiz bugün. Envai çeşit tatlılar da yiyeceğiz. Bayramlaşmaya gittiğimiz evlerde öyle bir ikrama boğulacağız ki, "Yeter artık!" diye bağırmak gelecek içimizden. Akşama doğru davul gibi şişmiş olacak karnımız. Yiyip içmekten bitap düşeceğiz. Televizyonun karşısındaki rahat koltuklarımıza zor atacağız kendimizi. Üstüne bir de cayır cayır yanan kaloriferlerimizin yaydığı rehavet eklenecek. Ambargo yüzünden açlıktan ölmenin ve soğuktan donmanın eşiğine geldiğine dair televizyon haberlerini işte böyle bir vaziyette izleyeceğiz. İçimizin biraz takati kaldıysa içimiz cız edecek. "Arun aleykum!" (Utanç üzerinize olsun! / Utanın!) diyordu ya o Filistinli kız çocuğu; biraz ar ve hayâ kaldıysa bizde, utanacağız. Hepsi bu. Batı'nın vicdanlı çocukları ambargo ve ablukayı delmek için özgürlük gemilerine doluşup sana doğru yelken açarken, biz utancımızla başbaşa kalacağız. 

Aslına bakarsan doğru dürüst utanmayı da beceremiyoruz. Formalite icabı utanıyoruz. Pişkin pişkin utanıyoruz. Bereketsiz bir utanç bizimkisi. Amerikalı Rachel'in duyduğu utanç onu senin yanına götürmüştü. Seninle beraber Siyonist işgalcilerin karşısına dikildi ve adeta bir mücahid gibi öldü Rachel. Biz ne yaptık? Onun soylu hikâyesini okuyup yine pişkin pişkin utandık. 

Biliyorum, kendimizi Rachel gibi İsrail dozerlerinin önüne atmamızı filan beklemiyorsun bizden. Bilsen ki hükümetimiz seni ambargo ve ablukadan kurtarmak için uluslararası camiada canla başla çalışıyor, bilsen ki biz halk olarak ayaktayız ve İsrail'i yana yıkıla protesto ediyoruz, başka bir şey istemeyeceksin. Heyhat ki ne hükümetimizde bir hareket var ne bizde. Hepimiz küresel ekonomik krizle meşgulüz. Malum, maaşlarımız biraz eridi. Dolar cinsinden borçlarımız ve suya/elektriğe/doğalgaza gelen zamlar da cabası. Bir de bayram telaşı var işte. Senden yükselen feryatlara ve Ümmet-i Muhammed'in en saygın âlimlerinden yükselen dayanışma çağrılarına kulak tıkamamız için bütün deliller elde! 

Ne diyeyim sevgili Gazze?Arun aleynâ. Utanmasam, "Biz seni o felaketten kurtaramıyoruz, sen bizi bu utançtan kurtar" diye yalvaracağım. Hani Refah sınır kapısını havaya uçurup Mısır'a dalmıştın ya... Yine öyle bir hamle yapacaksın diye bekliyorum çaresizlikten. Çaresizlik diyorum ama çare bulmak için üzerime düşeni yaptığımdan emin değilim. Doğrusunu istersen, üzerime düşeni yapmadığımdan eminim. 

Zerre kadar kıymeti yok ama senden özür diliyorum sevgili Gazze. Zerre kadar kıymeti yok ama karşında un ufak olduğumu beyan ediyorum. 

Rahman ve Rahim Allah'a ısmarladık. Mübarek Kurban Bayramı senin için, hepimizden önce ve hepimizden ziyade senin için rahmet vesilesi olur inşaallah.

Kaynak:yenişafak-08 Aralık 2008

http://www.yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=14216&y=HakanAlbayrak


24 Aralık 2008 Çarşamba

Doksan bin Türk’ten özre de karşı mısınız?

Mehmet Altan

‘90. yılda 90 bin şehit anılıyor’ girişiminin temsilcisi Prof. Bingür Sönmez’in ‘zaman geçirilirse Sarıkamış’ta yitirdiklerimizin şehitliklerinin de tamamıyla kaybolacağını’ hatırlatan 2004 tarihindeki mektubunda ne deniyordu:

Bildiğiniz gibi 1914’te yaşanan bu dram 22 Aralık 1914’te başlayıp 5 Ocak 1915’te bitmiş ve tarihte örneği olmayan bir mağlubiyet yaşanmış ve 150 bin mevcutlu 3. Ordu’nun yüzde 95’i, yüksekliği 3150 metreye varan Allahuekber ve Soğanlı Dağları’nda karlar altında kalmıştır.

Eklediğim CD’de göreceğiniz gibi Mart ayı geldiğinde toplanan şehitler ya toplu mezarlara defnedilmiş ya da kurda-kuşa yem olmaması için bir araya toplanıp üzerlerine taş yığılmıştır. Bu CD’de bulunan 1914’te Ruslar tarafından çekilmiş filmdeki görüntüler çok hazindir.

...Sarıkamış Dayanışma Grubu olarak tek arzumuz Enver Paşa’ya hesap sormamak için üzeri karlarla örtülen 90 bin şehidi Çanakkale Şehitleri düzeyinde anmak, Sarıkamış’a bir 1914 Sarıkamış Harekat Müzesi kurmak ve ilginin devamını sağlamak için her yıl 22 Aralık-5 Ocak arasında Allahuekber ve Soğanlı yürüyüşleri yapmak.’

* * *

‘Enver Paşa’ya hesap sormamak için üzeri karlarla örtülen doksan bin şehit...’

Tek bir kurşun atmadan doksan bin askerimizi dondurarak öldüren anlayış neden doksan yıldır sorgulanmadı?

Bu topraklarda ‘Kürtlerin’ ya da ‘Ermenilerin’ öldürüldüğünün söylendiğini duyunca ayağa kalkmak ile ‘doksan bin Türk’ün öldürülmesi’ konusunu bu kadar sessiz geçiştirmek arasında utanç verici bir çelişki yok mu?

Neden Sarıkamış faciası doksan yıl boyunca sessizce geçiştirildi?

Enver Paşa ve takipçilerinin gerçeği hayásızca saptırıp, inanılmaz ölçülerde baskı yapmalarından tabii...

Düşünün ki, Türkiye’nin elinde bu dönemden kalma bir tek resim var... Diğerlerinin hepsi Rus arşivinde...

Tek bir satır yazılmaması için öyle bir baskı yapılmış ki... Konuyla ilgili hiçbir şey yazılmasın diye topyekûn bir basın yasağı konmuş...

Enver Paşa bu hezimeti Saray’a bir zafer olarak bildiren telgrafları bu baskıya ve yasağa güvenerek çekebilmiş...

Doksan bin Türk’ü Allahuekber Dağları’nda kırdırdıktan sonra geldiği Erzurum’dan karısı Naciye Sultan’a çektiği telgrafta köpeğinin durumunu sormayı da ihmal etmemiş...

* * *

Tabii gencecik insanları orada dondurarak öldürüp, bu dehşeti de unutturmanın ardında, geçen yıl Bingür Sönmez’in gönderdiği Alptekin Müderrisoğlu’nun ‘Sarıkamış Dramı’ adlı kitabından öğrendiğimiz bir ‘dış boyut’ var...

Sarıkamış’ta ölüme teslim edilen binlerce çocuğun dramının bir adım öncesinde Osmanlı Genelkurmayı’nın Almanlara teslimi yer alıyor.

1913’te General Liman Von Sanders başkanlığında 42 subaydan oluşan Alman Heyeti’ne birer üst rütbe verilmekle kalınmamış, Türk üniformaları da giydirilmiş. Böylece Almanya’da tümgeneral olan Liman Von Sanders mareşalliğe yükselmiş ve ordunun komutasını ele almış. Nitekim Çanakkale Savaşları’nı da o yönetmiş.

Osmanlı Genelkurmayı’nı yabancı ordu komutanlarına teslim etmekle kalmayan Enver Paşa, gene Almanların kışkırttığı Pantürkist akımın hevesiyle çocuklarımızı Sarıkamış’ta dondurarak öldürmüş...

Bu, Almanların çok işine gelmiş... Çünkü Rusya’nın üzerine gönderilen Osmanlı Ordusu, Doğu Avrupa’da Almanlara karşı savaşan Rusların oradan kuvvet çekmesine sebep olmuş.

* * *

Sarıkamış Dramı bu yıl da anılıyor... Bugün ve yarın Kars’ta çeşitli anma faaliyetleri var...

İlkel ve hamasi bir milliyetçiliği belki de en çok utandırması gereken konu Sarıkamış...

Kürtleri öldürmedik...

Ermenileri de kesmedik...

Peki, Sarıkamış’taki doksan bin Türk’ü ne yaptık? Ve neden bu trajediyi tam doksan yıl boyunca görmezden geldik?

Bunun bir cevaba ihtiyacı yok mu?’

* * *

Dün Sarıkamış Faciası’nın yıl dönümüydü...

Yukarıdaki yazıyı o nedenle tam üç yıl önce yazmıştım...

Sorum bugün de geçerli:

‘Sarıkamış’taki doksan bin Türk’ü ne yaptık?’

Kaynak: Stargazete 23.12.2008
http://www.stargazete.com/gazete/yazar/doksan-bin-turk-ten-ozre-de-karsi-misiniz-157033.htm

23 Aralık 2008 Salı

Erdoğan’ın kızının resmini görünce utandım

Serdar Turgut

Geçen cumartesi günü Hürriyet gazetesinin sürmanşetinde harika bir fotoğraf vardı. Başbakan Erdoğan’ın kızı Sümeyye Erdoğan mezun olduğu London School of Economics (LSE)’ den diplomasını almak üzere kürsüye doğru yürümekteydi. Fotoğrafı görür görmez önce babalık duygularım coştu ‘İnşallah bana da oğlumun böylesine kaliteli bir okuldan mezun olduğunu görmek nasip olur’ dedim kendi kendime.

Sonra da o fotoğraftan çok utanç duydum. Cüppeleriyle oturmakta olan profesörlerin yeni mezun olan kıza nasıl gururla baktıklarını ve onu ne güzel alkışladıklarını görünce bizdeki üniversitelerin kapılarına türban nöbetçileri koyduran, üniversite kapılarına itiraf odaları filan kurduran heybetli üniversite hocaları aklıma geldi. Onların yaptıkları adına utandım. Yıllardır kızlara üniversitede okumayı bir eziyet haline dönüştürdükleri için öfkelendim, hiçbirisinin lakaplarına layık insanlar olamadığını düşündüm, Türkiye’nin anlamsız mücadelelerle bu kadar vakit, enerji kaybetmesine lanet ettim ve ülkem adına utandım. O fotoğrafı asıl o faşistler bulup incelemeliler.

Ve sonra düşündüm ki bizim ülkede inanç meselesi üzerine kapsamlı ve derin düşünme âdeti nedense hiç yok. Bu olmadığı için birçok insan sembollerle mücadele ediyor ama mücadelesini ne uğruna yaptığını da bilmiyor. ‘İnanç’, ‘İnanmak’ kavramlarını kapsamlı olarak ele almak ve korkmadan, açık fikirle tartışmak gerekiyor. Bu yapılabilirse hem toplumda güzel bir diyalog ortamı oluşur hem de üniversite kapılarına kılık kıyafet nöbetçileri dikmek gibi ayıplardan da vazgeçilir belki. İnanç konusunda derin düşünmeyi ilk önce bilim insanları yapmalı. Bu iş biraz sonra açıklayacağım nedenlerden dolayı dünyada da böyle. Türkiye’de de bir an önce yapılmalı.

Geçen hafta TRT’den naklen yayınlanan Şeb-i Arus törenlerini izlerken keşke bu töreni Einstein da izleyebilseydi, eminim benim kadar belki de daha fazla duygulanırdı diye düşündüm. Kendisini kâinatın sırlarını, yaradılışın gizemini çözmeye adamış bilim adamının o semazenlerin sema ayinini kâinatın hareketine benzetmemesi mümkün değildi bence. ‘Dini duygular olmadan yapılan bilim bir ayağı eksik ve yetersiz olur, bilim olmadan taşınan dini duyguların ise gözü kör sayılabilir’ demiş olan Einstein kendi tanımıyla derin olarak dindardı (Subtle is the Lord, Science and the Life of Albert Einstein, yazar Abraham Pais sayfa 319). Kendi ifadesiyle ‘bu kâinatı Allah’ın nasıl yarattığını keşfetmeye’ çıkmış olan Einstein, kâinat hakkında yeni bilgiler öğrendikçe daha fazla inançlı olmuştur. Bugün bilim dünyası aslında Allah’ın nasıl düşündüğünü çözmeye çalışıyor. Allah’ın nasıl düşündüğünü çözmek için, aklının nasıl çalıştığını anlayabilmek için bilime gerek olmadığını, buna inanmanın yeteceğini düşünen bir dindar açısından bu laflar belki sevimsiz gelecektir ama bir de şöyle soralım; teorik fizik dünyasında bu yeni yönelimin kime ne zararı var. Kâinatı daha fazla anlamak bazı insanları daha çok inançlı yapıyorsa (örneğin beni yaptı) bunun nasıl bir zararı olabilir.

Bu gizemi çözme yolunda yürümeye hayatını adamış olan Carl Sagan, anlamanın insanları çok daha inançlı yapacağını söylüyordu. İskoçya’da vermiş olduğu meşhur Gifford konferansının başlığını da çarpıcı olsun diye ‘Tanrı’yı aramak’ diye koydu. Sagan’ın uzayın derinliklerine gönderilen Voyager roketiyle ilgili bir projesi vardı. Buna NASA’yı da ısrarları sonucunda ikna etti. O Voyager’in derinliklere ulaştığında bir an geriye döndürülüp kâinatın o perspektiften bir fotoğrafının çekmesini istedi ve o fotoğraf da elimizde bugün. Bizim kafası düşünmeye kapalı bilim insanlarımız o fotoğrafta milyonlarca parlamakta olan yıldız içinde neredeyse kaybolmuş gibi duran dünyamızı görselerdi beni çok utandıran üniversite kapılarına nöbetçiler koymak gibi davranışların nasıl abes ve kâinatın büyüklüğü, muhteşemliği yanında ne kadar da küçük bir hareket olduğunu düşünürlerdi belki. Bilim yoluyla anlamaya çalışarak inançlı olmayı başaran insanlar, türban gibi konularda kavgaya giren tüm tarafların kendilerini sorgulamasına yol açar ve bu da Türkiye gibi açık diyaloğa muhtaç olan ülkeye çok gerekiyor. İşin özeti olarak Sümeyye Hanım’ın o fotoğrafı bende bu yazıyı yazma arzusunu uyandırdı. Uzunca bir süredir üstünde düşündüğüm konuyu açmak vesilesi oldu. Ve bu bağlamda CHP’nin yeni açılımları ile ne kadar önemli bir iş yapmakta olduğunu tekrar hissettim.

Kaynak: Akşam - 22.12.2008
http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=138836,10,104

Burası niçin Almanya değildir?

Engin Ardıç

Nazi Partisi iktidara darbe yaparak falan değil, seçim kazanarak, "legal" yoldan geldi. Dünya savaşında yenilene kadar da gitmedi.

İşte bu nedenle, Yahudi soykırımından Alman halkının çoğunluğu sorumludur.

Lakin, Nazi Partisi'nin programında, hele hele 1933 seçiminde ve daha önceki seçimlerin kampanyalarında bir "soykırım" projesi yoktu. Yahudi düşmanlığı mebzul miktarda vardı ama başta Hitler olmak üzere hiçkimse henüz "gaz odaları" kurmayı düşünmüyordu... (Bu o kadar böyledir ki, daha 1940 yılında bile parti yönetiminde Yahudiler'i "Madagaskar adasına göndermek" fikri ciddi olarak tartışılıyordu... Soykırıma, 1941 yılında ünlü Wannsee toplantısında karar verildi.)

Hitler'e oy vermemiş olanlar da soykırımdan sorumlu mudurlar?

Alman halkı topluca sorumlu tutulmuş, yankıları günümüze kadar süren bir suçluluk ve eziklik duygusu, işgalci Amerika tarafından halkın tümüne dayatılmıştır.

Fakat aynı Amerikan yönetimi, hemen başlayan soğuk savaşta eski SS görevlilerini Doğu Bloku'na karşı kullanmaktan utanmamış, onlardan yararlanmakta sakınca görmemiştir!

Hitler'e oy vermemiş olanlar da "susup oturmuş, başkaldırmamış olmakla" suçlanmışlar ve sorumluluğa ortak edilmişlerdir ki, o korkunç baskı ortamında başkaldırmamış olmayı eleştirmek ancak "Amerikan bönlüğüyle" açıklanır...

Peki Türkiye'de ne olmuştur?

Ermeni tehcirini uygulayan İttihat ve Terakki Fırkası, iktidara seçim kazanarak değil, darbeyle gelmiştir: Ünlü "Babıali baskını" ... Dünya savaşında yenilene kadar da gitmemiştir.

Halkın temsilcisi miydi? Hayır. Bürokrasinin partisiydi.

Halktan yeterli oy alabilir, seçim kazanabilir miydi? Hayır. Ne o, ne de onun mirasçısı olan CHP, hiçbir serbest seçimi kazanamamıştır, evet, hiçbirini...

Yani, gerek dünya savaşına girilmesinde, gerek Ermeni olaylarında, halkın "kollektif sorumluluğu" sözkonusu değildir. Sürgüne gönderilen Ermeniler'in üstüne çullanan alçaklar da belli illerin belli kasaba ve köylerinin çapulcularıdır, halkın bütününü bağlamaz.
Ermeni olaylarından birinci derecede Talat Paşa, Doktor Nazım ve Doktor Bahattin Şakir sorumludurlar.

İkinci derecede, emirleri uygulayan Teşkilat-ı Mahsusa yani gizli servis elemanları... Ayrıca, İttihat ve Terakki Fırkası'nın taşra yöneticileri, bazı valiler, bazı kaymakamlar, bazı mutasarrıflar (hepsi değil)...

Üçüncü olarak da, cinayetleri ve ırza geçme eylemlerini fiilen işleyen köy serserileri, ve de Ermeni malına mülküne ve parasına el koyan, bununla zenginleşen eşraf!
Bu pisliğe bulaşmayan her Türk'ün alnı açıktır.

Hele hele, "ben Allah'tan korkarım" diyerek bu işe karışmayı reddeden ak sakallılar, görevden alınma ve tutuklanma, hatta idam edilme pahasına İstanbul'dan gelen emirleri uygulamamakta direnen bazı memurlar, Ermeni komşusunu kendi canı pahasına kaçırıp saklayanlar, koruyup kollayanlar (bunun da cezası idamdı), "ermiş" mertebesine ulaşması gereken muhterem adamlardır. Anıları önünde saygıyla eğiliyorum.

Onların torunlarına da mı özür diletecekler? Pes.

Kaynak: Sabah 22.12.2008
http://www.sabah.com.tr/2008/12/22/haber,BDD2FCEBAE11493C8D8E1E1897D9C1B1.html

16 Aralık 2008 Salı

13 Aralık 2008 Cumartesi

Müfredat Bitirimleri

Engin Ardıç

Ergenekon davasının son duruşmasında, "lugat parçalamak" isteyen sanıklardan biri, "buradaki insanların hayatları aslında birer Ömer Seyfettin hikâyesi gibidir" dedi...Elbette kimse üstünde durmadı geçti.Oysa sanık, meselenin bam teline basmıştı.

Ömer Seyfettin, Çerkes asıllı bir Turancı'dır. İliklerine kadar İttihatçı'ydı. Partinin, bugünkü deyimle "MKYK üyesi" olacak kadar.Namuslu adamdı, savaş zenginlerine kızar, vagon ticareti yapanlara köpürürdü... Bir kuruş haram yemedi. Ama "büyük yıkılışta" dolaylı olarak onun da sorumluluk payı vardır. Çok okunan, çok sevilen bir yazardı. Kullandığı Türkçe bugün de pırıl pırıldır.Kurtuluşu göremeden gitti, şeker komasına girdiği son günlerinde, hasta yatağında "Anadolu'dan haber var mı?" diye sayıkladığı söylenir...

TBMM henüz toplanmamıştı, Anadolu'da Mustafa Kemal Paşa'nın ayaklandığı biliniyordu ama durum pek umutlu değildi...Ömer Seyfettin bir "protofaşist" ... Daha birçok İttihatçı gibi... Bu ideolojinin adının bile henüz konmadığı dönemde...

Savaş yıllarında, Talat Paşa'nın da teşvikiyle, "halka moral vermek" için yazdığı bir dizi öykü vardır: "Kahramanlar" dizisi...Ergenekon sanığı, kendini ve arkadaşlarını bu kahramanlardan saymış.Yeri cennet olası rahmetli hocam ve de "Ömer Seyfettin uzmanı" Tahir Alangu, her ne kadar yazarın bu öykülerinde "bozulmamış, saf Osmanlı insanının özündeki cevheri" aradığını söylerse de, bu kahramanlar umarsız karikatürler, gülünç zavallılardır. Kaba kuvveti de pek severler. Efelenirler ama hep yenilirler. Boşuna uğraşırlar.Öldüğü halde kalkıp yerden kesik kafasını toplayan, canını veren ama "başını vermeyen şehit" ... Varını yoğunu satıp parasını kendi cebinden ödediği "pembe incili kaftan"ı kefere kralının önüne serip oturan ve kaftanı almadan geri dönen, yoksulluk içinde ölen elçi... "Diyet"ini ödemek için kendi kolunu kesip atan usta... Falan filan...İlkokulda hepimiz zevkle okurduk. En çok da, Bulgar çetecilerinin şarap içerek oynattıkları "Beyaz Lale" hanımın beyaz göbeği ve beyaz bacakları ilgimizi çekerdi tabii.

Evet, bunlar ilkokul kahramanlarıdır.Bu öyküler ancak Talim ve Terbiye Kurulu kararıyla edebiyat sayılırlar.Ergenekon sanığından "aslında biz hepimiz kötü bir Nihal Atsız romanı kahramanıyız" demesi beklenirdi.Daha akıllıymış. Ancak ilkokul öğrencilerinin düşlerini gıdıklayacak haybeden kahramanlıklarla, devleti korumak için kendini yakma felsefesiyle, sonu olmayan kısır zart zurtla, hele hele "yakalanırsanız sizi tanımayız Mister Phelps" tehdidi altında iş yaparak bir yere varılamayacağını anlamış.Üçüncü sınıf eserlerin ve dizilerin etkisi altında kalmayacaklardı koca bebekler... İşte başlarına neler geldi...

Kaynak:http://www.sabah.com.tr/2008/12/10/haber,C9BDEA2802724250BD04E6CC431741A4.html

Yunanistan'da değerler krizi

Herkül Millas


7 Aralık'tan başlayarak dört gündür kaynıyor Yunanistan. Bir polis, bir nümayiş sırasında çocuk yaşta bir genci ateş ederek öldürünce birçok kentte insanlar etrafı yıktı yaktı, dükkânlar talan edildi, polisler taşlandı.


Muhalefet, hükümeti sorumlu saydı, hükümet ve asayiş güçleri aciz kaldı diye. Türkiye okuyucusuna bu gelişmelerin ne anlama geldiğini anlatmak ise oldukça güç; çünkü Yunan toplumu bu konularda Türkiye'den çok farklı. Ama olayların kendileri de çok yanlı ve nedenleri eskilere dayanıyor. Zaten Yunanlılar da şaşkın, olanları pek açıklayamıyorlar. Hükümet soğukkanlılık öneriyor, Pasok yeteneksiz hükümetten, Komünist Partisi yasadışı çıkarcıların oyunundan, Sol Birlik de (Siriza) sosyal sıkıntıların doğurduğu patlamadan söz ediyor. Bunlar nedenlere ilişmeyen yetersiz açıklamalardır.


Yunanistan 1967-1974 yılları arasında baskıcı, özgürlükleri kısıtlayan askerî bir diktatörlük yaşadı. Arkasından gelen demokrasi döneminde, benim gördüğüm, bazı dengelerin sarsılmış olduğudur. Özellikle kendine özgü bir sol ideolojiyi izleyen Pasok'un döneminde ve 1980'li yıllardan başlayarak bir tür 'kültür devrimi' çerçevesinde özünde popülist olan bir siyaset yürütüldü. Bu dönemde başarılı uygulamalar başlatıldı. Örneğin ordu bütünüyle siyasetin dışında bırakıldı. Halkla kavgalı olan polis örgütü de demokratikleştirildi. Sivil toplum ön plana çıktı. Halk devletten korkmaz oldu. Unutulmuş olan emeklilere ve alt gelir tabakalarına devlet eli uzatıldı. Diktatörlük yıllarında sindirilmiş olan gençlere haklar tanındı.


Ama bu olumlu gelişmeler azar azar ve artık bütün hükümetlerce benimsenen aşırılıklara vardı. Toplu yürütülen her hareket fetişe dönüştürüldü. Bu konuda sınırlama kalmadı. 'Halk hareketlerine' karşı çıkmak 'cuntacı' ve antidemokratik tutum sayıldı. Birkaç örnek aydınlatıcı olur. Bugün Atina'da isteyen istediği gün ve saatte istediği yerde protesto mitingi ve yürüyüşü düzenleyebiliyor. Yasalar bu konuda işletilmemekte. Pankartlarını yolun ortasına açanlar trafiği kesip kentleri felç edebiliyor. Bu durumlarda polisin görevi göstericileri muhtemel sataşmalara karşı korumaktır. Zaten toplumun kendisi de bu durumu çok doğal karşılamaktadır. Elli kişilik küçük bir grubun bile kaldırımın üzerinde değil, yolun orta yerinde durması hak sayılmaktadır.

Hiçbir hükümet zor kullanıp yolları açmayı denemek bile istememektedir.

Bu 'toplu haklar' gençlere de tanındı. Örneğin üniversite dokunulmazlığının uygulaması çok özeldir. Yirmi yıldır hiçbir polis üniversitelerin bahçesine bile adımını atamamıştır. Bu arada her türlü örgütlü ya da anarşist grup onlarca kez Atina'nın merkezindeki üniversite binasını basmış, yağmalamış, ateşe vermiştir. Öğrenci olmayanlar bile gelip bu binalardan bilgisayar gibi donanımı hiçbir engelle karşılaşmadan alıp götürmüştür. Polis onları belli bir mesafeden izlemiş, taş ve molotof kokteyli atan gençlere arada gaz yaşartıcı bomba atmıştır. Suç işleyenler hakim karşısına çıkarılıp ceza almamıştır. Üniversitenin yöneticileri polisi üniversite dahiline davet etme hakkını bir kez bile kullanmamıştır: Toplu harekete karşı çıkmak cuntacılık sayılacağından ya da daha kötüsü, öğrencilerin kızmalarından korktuklarından. Çünkü üniversite hocalarının terfilerinde öğrencilerin çok büyük oranda oy hakları var.

Bu tür haklar lise öğrencilerine ve daha sonra ortaokul öğrencilerine de verildi. Aslında verilen bir hak söz konusu değil, ama öğrencilerin taşkınlıklarına karşı çıkılmadığı için bazı davranışlar de facto hak sayılıyor. Örneğin, küçük bir grup öğrenci, diyelim bir okulun %5'i-%10'u, şikâyetlerini dile getirmek için (kantindeki börek taze değildir, diyerek) okullarını işgal edebilirler, kapısına kilit vurup kapatabilirler. Buna hiç kimse müdahale etmez. İşgal bazen yaygınlaşır ve bütün ülkeye yayılır. Bu olaylar hemen hemen her yıl yaşanır. İlgililer de sabırla bekler. Sonunda işgal biter ama bu kez de okulların içlerinin tahrip edildiği görülür. Hocaların büroları, teçhizatları, kitap ve notları yok olmuştur. Bunlar Yunanistan'da olağan olaylar sayılmakta ve toplumun büyük bir kesimi bu tutumu demokrasinin gereği saymaktadır.

Bu tür trajik-komik olaylar pek çoktur. Bu kaosa çekidüzen vermeye kalkışanlara karşı çıkanlar pek çoktur; çünkü birçok kesim bu durumdan feyiz almaktadır. Gençler, isyankâr yaşlarının zevkini çıkarmakta, öğretmenler daha az çalışmakta, hiç kimse sınıfta kalmadığı için anne ve babalar rahatsız olmamakta, politikacılar ise seçmenlerini 'cuntacı baskılarla' küstürmemektedirler. Ama bu arada yanlış ve zararlı mesajlar almış olan genç bir kuşak yaratılmaktadır. Bu genç kuşak sınır nedir öğrenmemiştir. Toplu davrandıklarında her yaptıklarının demokratik olduğuna inanmışlardır. Giderek onları frenlemeye çalışanları halk düşmanı saymışlardır.

Sayıları bin kadar olan ve yıllarca serbestçe etrafı yakıp yıkmış olan anarşist bir grup bu kez, bir çocuğun ölümünü de istismar ederek, bu genç kuşağı peşine takabilmiştir. Yılların birikimi göz önüne alınmazsa yaşananları açıklamak olanaksızdır. Ekonomik sıkıntılar, işsizlik, yarının güvensiz olması kuşkusuz huzursuzluk kaynağıdır. Siyasilerin eksiklikleri, tutarsızlıkları da kuşkusuz gençleri tedirgin etmiştir. Ama huzursuzluğun demokratik yöntemlerle değil de bu tür terör eylemleriyle dile getirilmesi uzun süren bir eğitim pratiğinin sonucudur. Bu olaylara son vermek ise gerçekten zordur. Yıllar içinde aşılanmış olan değerler ne tavsiyelerle ne de baskı ile yok edilebilir.

Yunanistan'ı tanımayanlar yaşananları bir cinayetin protestosu olarak algılamaktadırlar. Bu olayları demokrasinin bir kanıtı sayanlar da var. Bu, işin yalnız bir boyutudur. Protestonun bu türde ve süreklilikte olması ise değerler kriziyle ilgilidir ve hiç beğenilecek bir yanı da yoktur.


Demokratik hak arayışları ile masum insanların malını mülkünü tahrip etmek arasında ilişki görmek sağlıklı bir tutum değildir. Zaten bu olayların başka şaşırtıcı bir özelliği göstericilerin somut istekler dile getirmeden sokaklara dökülmüş olmaları. Amaç deşarj olmakmışçasına. Yaşananlar çok derinden yara almış bir gençliğin acıklı halidir. Cunta ile anarşi arasında sallanan bir sarkaç. Demokrasiyi içlerine sindirmiş olan toplumlar otoriter rejimlerle keyfilik arasında seyretmezler. Yunanistan sükunete kavuşsa bile değerler dengesini kazanması zaman alacaktır. Şu anda, gerekli yeni bir rotayı çizecek siyasi ve toplumsal güçler ise ne yazık ki etrafta pek görünmemekte.




11 Aralık 2008, Perşembe

Atatürk'ün Hatası

Engin Ardıç

Deniz Baykal'ın üç beş oy toplamak için giriştiği "çarşaf manevrası", bazı çevrelerde olumlu karşılandı, bazı çevrelerde de tepki yarattı.

"Akil adamlar", bunun bir "açılım" maçılım olmadığını, yalnızca Sultanbeyli Multanbeyli gibi "AKP'nin oy deposu" sayılan yerlerde bu partinin oylarını azıcık kırabilmek amacıyla çekilmiş bir numara olduğunu bilip, kıs kıs gülüyorlar... Çünkü Deniz Baykal'ı tanıyorlar, onun "cemaziyülevvelini" hatırlıyorlar.

İyi niyetli ve dürüst bazı arkadaşlar, konuyu gereğinden fazla ciddiye alıp, bunu demokrasi girişimi falan sandılar. Beğendiler.

CHP'den hiç mi hiç hoşlanmayan bazı dinciler de "kerhen" beğenmek zorunda kaldılar tabii...

Bendeniz de, altı ay ya da bir yıl sonra Deniz Baykal "Atatürk'ün partisinde çarşaflıya yer yok" deyip üye yaptığı o kadıncağızı partiden kovunca güleceğim!
O kadın, partiden belki Zülfü Livaneli gibi, belki Yaşar Nuri Öztürk gibi gidecektir.
Kocası belediye başkanı olamazsa tabii!

Evet... Tepkiler "Atatürk'ün partisi" kavramından güç buluyor. Bu olay başka herhangi bir partide geçse, haber değeri bile olmayacaktı.

Eh, Atatürk'ün bir partisi olursa, tepkiler de haklı sayılırlar!

Mesele, Atatürk'ün "bir partisi olması" meselesidir.

Olmayacaktı. Olmamalıydı.

Atatürk, partilerüstü kalmalıydı.

Şimdi bana, Hitler'in NSDAP'si, Stalin'in SSCBKP'si, General De Gaulle'ün UDR'i vardı demeyiniz.

Bir partin olursa, günün birinde "seçim yenilgisini", iktidardan düşmeyi falan da kabul ediyorsun demektir. İster savaşta yenilirsin, ister rejim yıkılır, ister halk değiştirir ama bir şekilde tarihe karışabilirsin... Senin "ikinci adamın" önce tek parti diktasını kurar, belki bu bir süre hoşuna da gider ama bir de bakarlar, diyelim yirmi yıl sonra çok partili sisteme geçivermiş, seni herhangi bir partinin herhangi bir kurucusu ve başkanı durumuna düşürüvermiş!

Atatürk, 1930 yılında gündeme getirdiği değişimin arkasında durmalıydı. Çabuk pes etmiştir. Menemen'de üç beş esrarkeş serserinin işlediği cinayet, çok partili sisteme dönmekten vazgeçme bahanesi edilmemeliydi, İsmet Paşa'nın bu yorumu kabul görmemeliydi, Serbest Fırka kapatılmamalıydı...

Çünkü diktaya 1925 yılında gidilmişti, demokrasiye işi tadında bırakıp hemen beş yılda dönmek fırsatı kaçırıldı, konu bir on beş yıl daha ertelendi.

CHP amigoları da bunu hep bir "dönüş" değil, bir "geçiş" diye yutturmuşlar ve tek parti sisteminin duvara toslamasını "İnönü'nün halkımıza bir armağanı" gibi pazarlamışlardır... Bu amigoların başında da merhum damadı gelmiştir tabii.

Atatürk'ün son yıllarını yalnız ve mutsuz geçirmesinde, "İsmet'e fazla yüz vermiş" olmasının burukluğu yok mudur sanıyorsunuz?

Atatürk parti başkanı olmasaydı, "devlet kurucusu ve milli önder" konumunda kalsaydı, bugün onun partisinde çarşaflı olur mu olmaz mı gibi saçmasapan konular da tartışılmazdı.

Kaynak: http://www.sabah.com.tr/2008/12/12/haber,54162760802D4A5BA2476348473FB372.html

Aynı hesaba gelir

Dün dilim sürçmüş, Serbest Fırka "kapatılmamalıydı" demişim... Siz Yavuz Baydar'ı aramadan önce ben düzelteyim: Serbest Fırka kapatılmamış, kendi kendini feshetmiştir. Düzelttim ama izin verirseniz özür dilemeyeyim...Çünkü Fethi Bey (Okyar), partisini "kapatmaya zorlanmıştır", ki bu da aynı hesaba gelir! Kaynaklar "Atatürk'ün talimatıyla" diyorlar.Deniz Baykal'ın, "Abdullah Gül'ün talimatıyla CHP'yi kapatmaya zorlandığını" düşünebiliyor musunuz? Düşünemiyorsunuz. Neden? Hani Atatürk dönemini özlüyordunuz?

11 Aralık 2008 Perşembe

Kötü savunma gol getirir

Ahmet Turan Alkan

İsmini kasd-ı mahsus ile buracıkta zikretmek istemediğim birisi, "15 yılı Atatürk, 12 yılı İnönü yönetiminde geçen tek parti döneminin eleştirilmesi, tarihin en kör ve nankör tavırlarından biri olmalı" diye uluorta esip gürlemese bu konuya değinmeyecektim.

Dikkat buyuruldu ise yukardaki cümlede "eleştiri" tâbiri kullanılıyor; tezyif, karalama veya inkâr denilmiş olsa belki cümle bu kadar sakîl görünmeyecek.

Eleştirinin körlük ve nankörlükle eş tutulması, hiç şüphesiz Tek parti devrinden kalma bir "yandaş aydın" tavrıdır çünkü nankörlük, iyiliğe küfrân ithamını içinde barındırır; Tek parti idaresini -üstelik hâlâ!- destekleyebilen "aydın", kendi halkını, kendi iyiliği için dövmekte mazur görmeyen hastalıklı bir siyânet psikolojisinden hareket ediyor. Marîz bir durum; hastalıklı bir tepki.

***

1926'da Maarif Vekili Necati Bey, Sanayi-i Nefîse Encümeni'ni topluyor ve mekteplerden Türk müziği eğitimini yasaklıyor. "Müzik devrimi" bahsine biraz sonra yeniden geleceğiz fakat bu Encümen çok daha ilginç bir başka konuyu daha tartışıyor. Encümen reisi Ressam Nâmık İsmail ve Çallı İbrahim Beyler, bir dilekçe sunarak ressamların eserlerini sergileyecek münasip bir salon bulamadıklarını ve hükümetin bu iş için uygun bir yer bulmasını, daha doğrusu düpedüz Sultanahmet Camii'nin tahsisini istiyorlar. Encümen, bu teklifi kemâl-i ciddiyetle ele alıyor ve hattâ müzakere esnasında ressam üyeler, "fakat" diyorlar, "ışık meselesi mühimdir; Sultanahmet Camii'nde yukardan gelen ışık yetersiz; bu yüzden kubbede muhtelif delikler açılarak mekâna bol ışık düşmesi gerekir". Maarif Vekili Necati Bey tam da "mehel ve münasiptir" diyecek iken Mimar Kemalettin Bey pür hiddet ayağa kalkıp bir güzel verip veriştirince Sultanahmet'in resim galerisi yapılması fikrinden ister istemez vazgeçiliyor.

Bu bilgiyi bize aktaran Cemal Reşit Rey, biraz de esefle diyor ki; "Sanat inkılâplarında isabetli karar alınmasının ne kadar zor olduğunu o gün unutulmaz şekilde anladım."

Bu arada minik bir not ilave edelim; sözü geçen Sultanahmet Camii, tam da o günlerde -her nedense?- boştur ve kapalı tutulmaktadır; sebebini Tek parti dönemini hâlâ şevkle savunabilen tekpartici yazar takımından sorunuz; belki hatırlarlar.

Cemal Reşit Bey, "Atatürk ve Müzik" başlıklı yazısında müzik inkılâbının nasıl yapıldığına dair ilginç bilgiler de vermektedir: "Atatürk'ün direktifi üzerine bir müddet sonra (1934'te) Maarif Vekili Abidin Özmen, sekiz müzisyen olarak bizleri [isimler sayılıyor] Ankara'da kongreye toplamıştı. Toplantı açılıp nâzikâne nutukların teatisinden sonra, Maarif Vekili sevimli şivesiyle bizlere 'Ey, hadi bakalım, musiki inkılâbı yapacakmışız, bunu nasıl yapacağız?' demesi üzerine kongrede bir şaşkınlık havası esmeye başladı. Toplantı dört saat kadar devam etti. Arada sırada Maarif Vekili'ni telefona çağırıyorlardı. Son telefondan sonra Abidin Özmen, heyecanla bizlere: "Paşa Çankaya'dan birkaçtır telefon ettiriyor. Musiki inkılâbı ne yoldadır diye soruyor" dedi. Biz büsbütün şaşkına döndük. Ne gibi bir karar alınacağını bir türlü kestiremiyorduk..." (Orkestra dergisi, sayı 9, Aralık 1963)

***

Eleştiri güzel ve doğru bir tashih biçimidir sayın baylar; bu yolu kapatırsanız hakikati küllemiş olmazsınız, bilakis hakikatin yerini dedikodu, küfür ve suizannın lehine boşaltmış olursunuz (Bu vecize benden!)

Tek parti devrinin matah bir şey olmadığını, hâtırasını savunmanın nihai kertede bu ve şu gibi savunucularının elinde kalmış olmasına bakarak da anlayabiliriz ki, esef edilecek hâldir.


10 Aralık 2008, Çarşamba

Kaynak: http://www.zaman.com.tr/yazar.do;jsessionid=F66ED6E4C82536E642B01A1EF2C32634?yazino=768945

9 Aralık 2008 Salı

Din özgürlüğü ve dinden özgürlük

Prof. Dr. Atilla Yayla

Yaklaşan genel mahallî seçimler siyasî partileri hareketlendirdi. CHP, türbanlı ve hatta çarşaflı kadınlara parti kapılarını açtı. MHP, Alevilere yönelik son derece medenî, barışçı ve demokratik bir açılımın işaretlerini verdi.

AKP, galiba MHP'nin çıkışından da hız alarak, aylardır konuşulan ancak sürüncemede kalan Alevilerle ilgili reformlar için düğmeye bastı. Bütün bunları demokrasinin nimetlerinin bir demeti olarak görmek gerek. İyi ki demokrasi var, seçimler var; olmasaydı devlet otoritesi vatandaşları şu veya bu niyetle tahakküm altına alma ve biçimlendirme çabalarını tek parti döneminde olduğu gibi engelsiz sürdürebilirdi.

Seçimler yaklaştıkça neler olacağını göreceğiz. Ancak, olan biteni daha iyi anlamak ve geleceğe ilişkin yararlı bir pusulaya sahip olmak için din özgürlüğü ve laiklik konularında teorik tartışmaları sürdürmek gerekiyor. Netice itibarıyla ülkedeki keskin kutuplaşmanın arka planında din özgürlüğü ve laikliğin ne olduğuyla ilgili anlayış farklılıkları yatıyor. Bu farklılıkları azaltıp beraber yaşamamızı mümkün kılacak bir çerçevenin genel ilkelerine ulaşabildiğimiz takdirde kronik problemlere çözüm üretme şansımız da artacaktır. Bu konuyu tartışırken çeşitli kavramsal çerçeveler kullanılabilir. Bazı kesimlerin ısrarla istihdam ettiği, vurguladığı, öne sürdüğü bir kavram laikliktir. Ne var ki, çoğu zaman laiklik kavramı konuyu bütün boyutlarıyla ele almakta yetersiz kalmaktadır. Bunda, kavramın araçsallıktan uzaklaştırılmasının ve zaman zaman bir ideoloji hatta bir din haline getirilmesinin rolü büyüktür. Böyle yapıldığında laiklik, özgürlükleri budayan bir toplum projesinin temelini teşkil etme rolünü üstlenmekte ve tarihî fonksiyonunun tersine hizmet etmeye başlamaktadır.

Öyle sanıyorum ki; konuyu din özgürlüğü ve dinden özgürlük kavramları çerçevesinde ele almak bazı bakımlardan aydınlatıcı olacaktır. Din özgürlüğü laikliğin özüdür. Din özgürlüğü, insanların dinî inançta sınırsız; dini yaşamakta ve dışa yansıtmakta ise insan hakları tarafından çizilen sınırlar içinde tam bir özgürlüğe sahip olmasıdır. Burada sözü geçen haklar ve özgürlük, iktidar sahiplerinin insanlara layık ve yeterli gördüğü haklar ve özgürlük değildir, insan olarak doğuştan sahip olduğumuz haklar ve özgürlüktür. İktidar, bizim haklarımızı ve özgürlüğümüzü belirlemez, bizim haklarımız ve özgürlüğümüz iktidarın sınırlarını çizer. Din özgürlüğü unsurunu yitirmesi halinde laiklik, laiklik olmaktan çıkar. Toplumsal barışın aracı olmaktan uzaklaşır, ceberut bir azınlığın topluma tahakkümünün aracı ve gerekçesi olur. Bütün istikrarlı demokrasilerde ister laiklik ilkesi yoluyla olsun ister laikliğe başvurmadan olsun din özgürlüğü tanınır ve korunur. Din özgürlüğü insan haklarıyla ilgili temel metinlere de girmiştir. Mesela, burada anlatıldığı şekliyle din özgürlüğü Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde açık ve net şekilde ifade edilmektedir. Bu belge açısından bakıldığında Türkiye'de kâmil bir din özgürlüğünün varlığından söz edilemez. Bu yüzden, AB üyesi olması halinde Türkiye, bu sözleşmeye uymak ve laiklik anlayış ve tatbikatını kökten değiştirmek zorunda kalacaktır.

Dinden özgürlük kavramı çoğu zaman din özgürlüğü ile karıştırılmaktadır. Dinden özgürlük, kişilerin dünya görüşlerinde ve hayatlarında dine önemli bir yer vermemeleri veya yapabiliyorlarsa hiç yer vermemeleridir. Özgürlükçü bir ülkede hiç kimse bir dini benimsemek ve onun gereklerini yerine getirmek zorunda değildir. Bir başka deyişle böyle kişiler din özgürlüğünü dinlerden uzaklaşma, dini hayatlarından çıkarma yolunda kullanabilirler. Buna hakları vardır. Böyle yapmalarının engellenmesi ve kişilerin bir dine inanmaya veya onun pratiklerini izlemeye zorlanması din özgürlüğünün ihlali anlamına gelir.

Ancak, kişilerin bunu yapmaya tam haklarının olmasına karşılık, siyasî ve hukukî sistem kişilere bunu yaptırmak üzerine dizayn edilirse vahim bir din özgürlüğü problemi doğar. Laik demokratik bir ülkede siyasî ve hukukî sistem nasıl ki din kuralları üzerine kurulamazsa toplumu dinden arındırma esası üzerine de kurulamaz. Türkiye, Cezayir, Tunus gibi laik ülkelerde ortaya çıkan din özgürlüğü problemlerinin kaynağı işte bu anlayıştır. Bu ülkelerde kamu otoritesi toplumu dinden arındırma veya dinî otorite sahiplerinin tanımlayacağı bir alana sıkıştırma görevini üstlenmektedir. Daha doğrusu kendi kendine böyle bir görev biçmekte, böyle bir misyon vermektedir. Bu yüzden, özgürlüğün hamisi ve toplumsal barışın çerçevesi olması gereken laiklik ilkesi, iktidar elitleriyle toplum arasında bir tahakküm ilişkisine ve devlet iktidarının toplumun dindar kesimlerine savaş açmasına dönüşmektedir.

Dini vicdanlara hapsetmek insan hakkı ihlalidir

Bu çarpık ve zararlı anlayışın yansımalarını yüksek yargı organlarının kimi kararları yanında akademik camiadaki ve diğer yerlerdeki bazı aydınların yazı ve konuşmalarında da görmek mümkündür. Buna göre laiklik, dinin insanların vicdanlarında kalması, toplumsal hayata yansımamasıdır. Hatta bazıları dinin bireylerin sosyal, dünyevî hayatına bile yansımaması gerektiğini düşünmektedir. Bu kimselere göre laiklik, aynı zamanda bireyin dinin baskılarından korunmasını da gerektirmektedir. Bunu yapacak olan ise kamu otoritesidir.

Bütün bu görüşler hep dinin geri ve geçmişe ait bir şey olduğu, modern hayatla ve akıl ve bilimle bağdaşmayacağı varsayımlarına dayanmaktadır. Keza bireylerin kendi hayat yollarını çizmekten aciz ve normal şartlar altında hep edilgen varlıklar olduklarını, yani bilinçli bireysel tercih olarak dine yönelmek yerine dindar olmak ve dini yaşamak için birileri tarafından kandırıldıklarını, manipüle edildiklerini ve hatta zorlandıklarını varsaymaktadır. Bireylerin teşkilatlı dinî grupların insan hakları ihlallerine karşı korunmaları gerekli ve meşrudur. Bu tür ihlallerin başka sebeplerle yapılan insan hakları ihlallerinden bir farkı yoktur. Ancak, buradan, bireylerin icabında din alanında kendi tercihlerine karşı da korunmaları gerektiği yolunda paternalist bir sonuç çıkarılamaz. Din özgürlüğü dinden özgürlüğü de kapsar. Hayatın akışına bağlı olarak insanlar dinî veya ladinî tercihlerde bulunabilirler. Hayatlarında dine şu veya bu ölçüde yer verebilirler. Veya hiç yer vermezler. Bu tamamen kendilerinin bileceği, kendilerini ilgilendiren bir iştir. Din özgürlüğünü esas alan bir laiklik, gerçek ve doğru anlamda laikliktir. Bu sayede toplumsal çeşitliliğin unsurları barış içinde bir arada barınabilir ve dinî ve ladinî hayat tarzları bir rekabet içinde yaşar. Bu rekabet hem bireysel özgürlük alanını genişletir hem de medenîleşmenin ve iktisadî ve sosyal alanda gelişmenin yolunu açar. Buna karşılık, kamu zoruyla dinden özgürlük, yani devlet iktidarının vatandaşları dinden uzaklaştırma veya dinî inanç ve pratikleri kendince biçimlendirme, keyfî biçimde sınırlandırma çabaları toplumsal barışı berhava eder; toplum kesimlerini birbirine karşı kışkırtır; barışçı rekabeti değil yıkıcı soğuk savaşı ve düşük şiddetli çatışmayı besler.

Türkiye'nin cumhuriyet dönemi laiklik serüveni bir anlamda din özgürlüğü ile dinden özgürlük nosyonlarının mücadelesinin tarihidir. Ülke demokrasiye geçişle birlikte mecburen ve olması gerektiği gibi din özürlüğüne yönelmiştir. Ancak, din özgürlüğünü değil dinden özgürlüğü savunan tek parti dönemi anlayışı bu yönelişe şiddetle karşı çıkmıştır. Ve her geçen gün zayıflamasına rağmen bu tutumunu hâlâ devam ettirmektedir. Oysa, din özgürlüğünün gerçekten tesis edilmesi bireysel olarak dinden özgürlük isteyenleri de rahatlatacak ve hayat tarzlarını garanti altına alacak yegâne yoldur.

PROF. DR. ATİLLA YAYLA - GAZİ ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ

02 Aralık 2008, Salı

Kaynak: http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=766396&title=yorum-prof-dr-atilla-yayla-din-ozgurlugu-ve-dinden-ozgurluk

Türk Ordusundan Hesap Soran Bir Türk Annesi

Rasim Ozan Kütahyalı

3 Aralık 2008

Bu toprakların bitmeyen savaşında, bu ülkenin evlatlarını kaybetmeye devam ediyoruz… “Yeter!!” denmesinin bile artık bir samimiyeti kalmadı…

Yağmur yağması gibi normalleşti bu berbat durum… Arada yağmur yağar, ıslanırız… Arada bu kirli savaş hortlar, çocuklar ölür… Öyle algılıyoruz artık… Sonra hayat yeniden devam eder. Bazen dolu yağar, bazen günlerce biteviye az az yağar, sonra yeniden durur… Sonra yeniden başlar… Yağmur tanelerinin yere düşmesi kadar doğal bu ülkenin gençlerinin ölmesi artık… Bir kişinin ölümünün trajedi, onbinlerce kişinin ölümünün istatistik olacağına ilişkin Stalin’in lanet derecede gerçekçi sözü hükümran bu topraklarda… Şehitler diye yalan edebiyatlarla andığımız gençler bu devlet için istatistikî rakam tanelerinden ibaret…

“Vatan sağolsun demeyeceğim”

Bu bence hepimiz adına tam anlamıyla kanıksanmış bir alçaklıktır… O sebeple mesela geçen hafta kaybettiğimiz Jandarma Er İsmail Uygun’un annesinin feryatlarıyla kimse ilgilenmedi… O feryatlar, egemen devlet mantığının işine yarayan feryatlar değildi çünkü… “Bir oğlum şehit düştü, öbür oğlumu da vermeye hazırım” diyen ya da dedirtilen anneler hemen her yerde manşet olurdu. Fakat bu anne başka şey söylüyordu… Bu toplumda gittikçe yükselen bir haykırışı bir kez daha dillendiriyordu…

Bu anne “Vatan sağolsun demeyeceğim” diyordu. Bu kez bu anne geleneksel ve örtülü bir anneydi. Daha evvel kentli-eğitimli laik ortasınıftan bir annenin bu itirazına şahit olmuştuk. Bu hissiyatın o kesimde çok geniş biçimde paylaşıldığını bu köşede yazmıştım… Şimdi de tevekkül ve metanetleri devlet tarafından istismar edilen geleneksel dindar annelerden biri bu çıkışı yapıyordu… Hem de kaybettiği oğluyla ilgili çok acı bir olayı da naklederek…

“Oğlumun komutanı, namaz kıldığı için tepki gösteriyormuş. Onun gibi diğer kısa dönem askerler masa başında otururken üç aylık er olan İsmail’im günde yedi saat nöbet tutuyormuş. Oğlum komutanına söyleyemiyordu ama bunları telefonda bize söylüyordu. Komutanı oğluma gıcık kapmış.”

Aynı anne Ulaştırma Bakanı’nın kendilerini ziyaretinde de şunları söylüyordu…

“Başın sağolsun demek kolay. Ben onu ne hallerde büyütüp yetiştirdim. Ne zorluklarla büyüttüm. Ciğerim yanıyor. Bazı şeyler çok zoruma gidiyor. Torpil olduğunu bilseydim ben de yaptırırdım. Hiç zengin ailelerin çocukları oralarda askerlik yapıyor mu?”
“Bu çocuk evin önünden geçen yabancılardan korkardı. Bu nasıl teröristlerle çarpıştı? ‘Şarjörü takamadı’ diyorlar. Kocam ‘arama’ dedi ama dün akşam komutanını aradım. ‘Seni Allah’ın mahkemesine havale ediyorum. 12 saat nasıl nöbet tutturdunuz’ dedim. Bize şehit haberini vermek için gelen kişi ‘oğlunuz yemekhanede öldü’ dedi. Daha sonra da dediler ki, teröristlerle çatışırken siperdeyken ‘kafanı kaldırma’ demişler. Benim çocuğum da kaldırmış. Kafası parçalanmış. Cesedi tanınmaz haldeydi.”

Genelkurmay’a sorular

Devletimizi yönetenler, özellikle de Genelkurmay karargâhının generalleri bilmeli ki bu annenin sesi Derin Anadolu’nun sesidir… Bu ülkenin anneleri askerlik tecrübesinde “korku”nun ne demek olduğu zorla öğretilen kocalarından daha cesur ve daha yüreklidir… Kocaları korkup “Yapma, etme, arama kimseyi hanım” dese de durmayacaktır… İsmail Uygun’un annesinin bu tepkisini şimdilik karambole getirebilirsiniz, egemen medya da hemen gerekeni yapar… Ama bu anneler akın akın artmaktadır, bilesiniz…

Şimdi Genelkurmay yetkililerine soruyorum… Bu şehit anasının bahsettiği komutanla ilgili ne işlem yapılmıştır? Namaz kıldığı için Er İsmail’e saatlerce tutturulan nöbet olayını kamuoyu önünde aydınlatmayacak mısınız? Yoksa Aktütün katliamında olduğu gibi bu komutanın da “Hiçbir ihmal, zaaf ve hatası yoktur” mu diyeceksiniz? “Daha analar çok mehmetçikler doğurur, bu sızlamaları da bu toplum unutur” diye mi düşünüyorsunuz?

Hesap sormak

Bu ülkenin halkı olarak şunu bilmeliyiz… Bizler, evlatlarımızın değerini bilip korkmadan bu devlete ve orduya hesap sormadıkça askerlerimizin ölümü ordumuzca “zayiat” olarak görülecek, maalesef çoğu zaman bir askerin ölümü bir Skorsky helikopterin düşüşünden daha az önemli olarak algılanacaktır… Üçüncü dünya ordularının hemen hepsi askerlerine böyle bakar, çünkü o halklar ölen çocukları adına ordularından hesap sormazlar… Israrla söylemekten bıkmayacağım ki bir kurum hesap vermedikçe, denetlenmedikçe yozlaşır ve çürür… Bugün TSK meselemiz bu minvaldedir…

Bedeni tanınamaz hale gelen er İsmail Uygun’un annesi gibi anneler arttıkça, korkmadan yürekli biçimde kendi devletlerine hesap sordukça bu ülke daha güzel bir yer olacak… Türk ordusu, hesap soruldukça denetlendikçe güçlenecek… Bunları diyenlere “Ordu düşmanlığı yapıyor” diyenler, Türk ordusunun adım adım çürümesini ve çökmesini hızlandıran gafillerdir… Çürümüş bir ordu Er İsmail’lerimizi koruyamaz, vatanımızı da savunamaz…

Kaynak: http://www.taraf.com.tr/makale/2895.htm

ÖZGÜRLÜĞÜN ÇARPINTISI

Rasim Ozan Kütahyalı

E-Mail Gönder