29 Mart 2015 Pazar

Memur Cumhuriyeti


Devlet müesseselerinin içinde bizzat bulunup mesai harcayan hemen herkes, bu müesseselerde yapılan çalışmaların ne kadar yavaş ve verimsiz yürüdüğünü derhal görür. Memurların çoğu, hayatlarını idame ettirmelerine yetecek bir ücret karşılığında, her gün yarı açık cezaevi niteliğinde bir devlet dairesine girip zaman öldürmeyi kabul etmiş, gönüllü mahkûmlara benzerler.

Memurların verimsizliği meselesi bize mahsus değildir. Umumi kanaatin aksine, Amerika yahut Avrupa’daki devlet memurları bizimkilerden çok da farklı değildir. Bizde bu meselenin bu kadar öne çıkmasının bir sebebi cumhuriyeti kuran kadroların memur kökenli olmalarıdır. Bir diğer sebep ise istihdam edilen memur sayısının diğer devletlerinkine nazaran fazlalığı olsa gerekir.

Memur meselesi bizim için yeni de değildir. Osmanlı’nın yıkılış döneminde tasarlanan askeri-sivil bürokratik sistemimiz, çöken bir devletin tüm hastalıklarını taşımaktaydı. Yeni devletin kurucularını içinden çıkartan bürokratik yapı, maalesef bütün bu hastalıkları “yeni” devletin tüm hücrelerine taşıdı.

Falih Rıfkı Atay meşhur, Zeytindağı isimli eserinde Cemal Paşa’nın tembel, işi yokuşa süren memurlarla nasıl mücadele ettiğini eğlenceli bir hikâye ile misallendirerek anlatırken, Cemal Paşa’nın bunu yapabilmesinin, memurdan çok “iş adamı” olması sayesinde mümkün olduğunun altını çizer:

(Cemal Paşa) İş adamı olduğu için, bürokrasiyi ve memur kafasını iyiden iyiye kırmıştır. Bir vakitler ordu müesseselerinde bütün müracaatların 24 saatte hallolunması emrolunmuştur. Yirmi dört saatte herhangi bir işi bitiremeyen memur, kendi büyüğüne sebebini söylemeye mecbur olduğu gibi, müracaat sahibi, amirin kapısını vurup işinin bitirilmediğini haber verebilirdi. 
http://www.alticizilisatirlar.net/acs/memur-zihniyeti

Esaslı yollardan biri yapılacaktı. Yolun belli bir zamanda bitmesine lüzum vardı. O zamanlar Lübnan'da oturuyorduk. Cemal Paşa, Şam Valisi Hulusi Bey'e (Eski Nafia Nazırı, mühendis) bu tarzda emir verdi. Hulusi Bey:- Fennen imkân yoktur, diyor ve bu imkânsızlığı ispat etmek için başmühendisi yola çıkardığını yazıyordu.Başmühendis Ayin Sofar'a geldi. Koltuğu çanta ve dosya dolu idi. Bu yığınlarca kâğıt ve cetvel, yalnız bir şeye yarayacaktı: Orduya lazım olan yolun ordu için lüzumlu olduğu zamanda yapılamayacağını ispat etmek!Başmühendisi kumandanın yanına ben götürmüştüm. Kendinden pek emindi. Fakat daha kapıdan girer girmez Cemal Paşa, suratı astı:
- Şimdi koltuğunuzun altında ne varsa, hepsini şu masa üstüne atınız! dedi. Mühendis şaşırdı.
- Hepsini, hepsini, son kâğıda kadar! Ve şimdi karşımda durunuz.Gözlüklü mühendis, boş kollarıyla dikili kaldı.
- Size yalnız şunu emrediyorum. Bu yolun o tarihte bitmesi için ne kadar paraya, ameleye, kazma ve küreğe ihtiyacınız vardır? Gidip dairelere haber vereceksiniz ve doğru Şam'a hareket edeceksiniz. Yol o tarihte bitmezse, sizi son taşların atıldığı yerde idam ettireceğim.
Başmühendisin idam edilmediğine tabii şüphe etmezsiniz. Yol, saati saatine bitti.
Bugünkü okurlar bu idam sözüne şimdi hayret edeceklerdir. Büyük Harp'te öldürmek, astırmak, vurdurmak sözleri beş lira ceza gibi hafif kıymetler almıştı.
Bir gün Beyrut'ta bir telgrafçının önüne:
- Bir dakika geciktiren, idam olunur! ihtarlı, doğrudan doğruya, yahut transit olarak, bir tomar telgraf yığılmış olduğunu ben görmüştüm. 
Bu adamın bin parça edilmesi lazımdı.
İfratlar bırakılırsa, bürokrasiye karşı her türlü şiddet benim hoşuma gider. Bürokrasi bilhassa bizde tembelliği, kararsızlığı, kafasızlığı, kötü niyeti, bilgisizliği meşrulaştırmak demek olmuştur.
http://www.alticizilisatirlar.net/acs/mizmiz-memurlari-calistirma-yolu             
Falih Rıfkı Atay’ın tespitlerine katılmakla birlikte bürokrasiyi bu korkunç haliyle yeniden üreten yapının da bizzat bürokrasinin kendisi olduğu gerçeğini atlamamamız gerektiğini düşünüyorum. Siyaset kurumunun memuriyeti bir sus payı, muhalif fikir sahiplerini pasifize etme aracı ve oy satın almak için elverişli bir koz olarak kullanmak istediğini göz ardı edecek değilim. Ancak bürokrasiyi siyasetin tanzim ettiğini söylemek de, 1950’ye kadar mutlak hâkimiyetini sürdüren, sonrasında da on senede bir asıl iktidar olduğunu gayet yıkıcı bir şekilde “hatırlatan” bürokratik vesayetin etkisi ve belirleyiciliğini görmezden gelmek olacaktır.

Zorlukları, gerçek ya da sanal engelleri olabildiğince hızla aşıp iş bitirmek isteyen iş adamı kafası ile yukarıda tarif edilen memur kafasının çatışması Ahmet Hamdi Tanpınar’ın efsanevi romanı “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nde uzun uzun işlenir. Aşağıdaki paragrafta, Tanpınar’ın bürokrasiyi, Cemal Paşa misali “iş adamı kafasıyla” yeniden tanzim etmek isteyen roman karakteri Halit Ayarcı’ya söylettikleri dikkat çekicidir.
Realist olmak hiç hakikati olduğu gibi görmek değildir. Belki onunla en faydalı şekilde münasebetimizi tayin etmektir. Hakikati görmüşsün ne çıkar? Kendi başına hiçbir mânâsı ve kıymeti olmayan bir yığın hüküm vermekten başka neye yarar? İstediğin kadar uzatabileceğin bir eksikler ve ihtiyaçlar listesinden başka ne yapabilirsin? Bir şey değiştirir mi bu? Bilakis yolundan alıkor seni. Kötümser olursun, apışır kalırsın, ezilirsin. Hakikati olduğu gibi görmek... Yani bozguncu olmak... Evet bozgunculuk denen şey budur, bundan doğar. Siz kelimelerle zehirlenen adamsınız, onun için size eskisiniz dedim. Yeni adamın realizmi başkadır. 
http://www.alticizilisatirlar.net/acs/hakikati-oldugu-gibi-gormek-bozgunculuktur
Tanpınar Halit Ayarcı’ya neden tepkilidir? Eski köye yeni âdet getirdiği, mazinin sisli hülyalar arasında kalmış güzelliklerine iltifat etmediği için mi, yoksa Ayarcı’nın getirdiği yenilikler yozlaşmayı ıslah etmek yerine daha da derinleştirdiği için mi? Romanı okurken Tanpınar’ın bir noktada önce çaresizliğe, sonra boşvermişliğe, hatta bir tür nihilizme kaydığını düşünmüştüm. Herhalde bugünün ıslahatçılarından daha müspet, daha ümitli yaklaşımlar beklemek hakkımızdır. Zamanın eskittiği her şey gibi bürokratik sistemin de fonksiyonunu sürdürebilmesi için ıslah edilip yeniden üretilmeye ihtiyacı var.

Yeni adamın realizmi nedir? Bir hakikati var mıdır, yoksa o da eskilerinki gibi süslü bir yalan mıdır? Bunları zaman gösterecek.


Twitter: @salihcenap

23 Mart 2015 Pazartesi

Pedagojik Cinayet

Yoksul bir varoş… Yemyeşil kırların, zavallı gecekondu mahallesinin kıyılarına kadar sokulduğu bir bahar günü… Çocuklar oynuyorlar. Gül yüzlü, kara gözlü, minik çocuklar. Ellerinde ne top var, ne ip. Oldukça heyecanlılar. Ceplerindekileri saklamak istercesine bol, koyu renk bir kıyafet giymiş, yüzünü de kara bir bez parçasıyla örtmüş arkadaşlarının önüne dizilmişler. Sonra o arkadaşlarına, sanki onu uzun bir yola gönderirlermiş gibi teker teker sarılıyorlar. Uğurlama heyetindeki minikler kendilerini tutamayıp arada kıkırdıyorlar. Cepleri yüklü arkadaşlarının yüzü görünmüyor ama yürüyüşünden, ufacık çehresinde mağrur ve heyecanlı bir ifade olduğu anlaşılıyor.


Oyunun ikinci sahnesi: Az evvel uğurlanan minik yolcu, birkaç adım ötede, bir kontrol noktasından geçmesine mani olan asker rolünde bir çocukla karşılaşıyor. Kendinden emin adımlarla kendini durdurmaya çalışan “düşmanın” ve sözüm ona kontrol noktasının ortasına ilerliyor ve var gücüyle bağırıyor: Allahuekber!

Sesi duyan tüm çocuklar avuçlarında sakladıkları toprakları göğe savuruyorlar ve kendilerini yere bırakıyorlar. Bir anda her yer toz duman oluyor. Tüm çocuklar şimdi yerde yatıyor.

Oyunun son sahnesi: Az önce intihar eylemcisini oynayan ufaklığı uğurlayanlar koşup, yerde birbirlerinin üzerine yığılmış yatan küçük bedenlerin yüzlerindeki toprakları siliyorlar.

Tahmin etmişsinizdir. Bu insanın tüylerini diken diken eden, insanı isyana, infiale sevk eden sahneler Afganistan’da yaşayan yavrucakların aralarında oynadıkları dehşetli “oyunun” bir kameraya yansıyan anları.

Şimdi size başka bir sahne…

İtalyan yönetmen Roberto Benigni'in, 1997 yapımı Hayat Güzeldir (La vita è bella) filmindeyiz. Filmin konusu binlerce benzeri gibi, Yahudi soykırımı. Bu filmde de kara gözlü minik bir yavru var: Giosuè. Babası, muhtemelen öldürülecekleri çalışma kampına beraber götürüldüğü beş yaşındaki oğluna, yaşadıkları terörü aksettirmemek için bir yalan uydurur: Yaşadıklarının hepsi uzun soluklu bir oyundur ve baba oğul olarak yarışılan bu zorlu oyunu kazananın ödülü gerçek bir “tank” olacaktır. Herşeyden habersiz masum yavrusunu, kendilerine uygulanan her türlü zulmün bir oyun aşaması olduğuna ikna etmeyi başaran baba, Amerikan ordusunun onları kurtarmaya gelmesinden bir gün önce öldürülür ama hâlâ oyunda olduğunu zannederek bir kutuda saklanan Giosuè yaşar. Onları kurtarmaya gelen Amerikalı askerlerin tanklarını görünce, çıkardığı başarılı oyun neticesinde babasının vadettiği ödülü kazandığından şüphesi kalmaz. Çocuğun annesini görünce sevinçle haykıracağı tek şey vardır: 

Biz kazandık!..

İki coğrafya, iki kurgu…

Bir tarafta, patlamamış bombaları oyuncak niyetine atıp tutar gibi yaşadıkları terörü oyunlaştırmalarına engel olamadığımız biçare çocuklarımızın, öte tarafta sırf çocuğunun ruhu örselenmesin diye içine düştüğü karanlık kuyuyu sahte ışıklarla bezemek için çırpınan bir babanın hikâyesi.

Kucaklanıp, ölümden, kandan, nefretten, şiddetten en uzak neresi varsa oraya kaçırılması gereken masum yavrularımıza reva gördüğümüz hayat bunlardan hangisi olmalı?

Maalesef savaşların getirdiği ölümlerin kanlı karanlığını çocuklarımızdan uzak tutmamız gerektiğini bir türlü kavrayamıyoruz.

Önce Afganistan’dan başlayıp, İtalya’da sürdürdüğümüz seyahatimizi ortada, güzel ülkemizde sonlandıralım.

Her sene Çanakkale harbini anma törenleri adı altında okullarımızda çeşitli merasimler tertip ediliyor.
Sayısız insanımızın hayatına mal olmuş o korkunç savaşın toplumsal hafızamızda bıraktığı izler silinmiyor. Silinmelerini de istemiyoruz zaten. Belki de düşman geçmesin diye hayatlarını feda eden yüz binlerce insanımızın yaşadıklarını unutmayı, hatıralarına ihanet sayıyoruz.

Elbette yetişen çocuklarımızın da yaşananlardan haberdar olmasını, dersler çıkartmasını arzu ediyoruz.

Ama unutmayalım ki bu korkunç tecrübeyi, sadece belli bir zihni olgunluk seviyesine erişmiş olan yavrularımızın sağlıklı bir şekilde kavramasını bekleyebiliriz.

Herşeyden habersiz miniklere bu müessif hadisenin korkunç detaylarını anlatmak, pedagojik açıdan bir cinayettir.

Belki yüzlerce okulumuzda, güya pedagojik formasyon almış öğretmenler eliyle, gariban Afgan çocukların canlandırdığı sahnelerin benzerlerini yedi-sekiz yaşında sabilere sahneletiyoruz.


Küçücük oğlan çocuklarına, vurulup ölmüş rolü yaptırıyoruz. Küçücük kız çocuklarına onların cesetlerinin başında ağlayan kadınları oynatıyoruz.

Ne dediğinin farkında bile olamayacak yaştaki yavrularımızı, hamasi şiirler okurken gırtlaklarını parçalamaya ne kadar yaklaşırlarsa o kadar alkışlıyoruz.

Bayrağımızı selamlamadan uçan kuşun yuvasını bozacağını haykıran yavrumuzu nasıl bir psikopat olmaya sevk ettiğimizi fark edemiyoruz.

Maziyi anıyoruz diye kendimizi “jiletlememiz”, tarih şuuru taşıdığımızı değil, ruhen hasta olduğumuzu gösterir.

Geçmişte ya da bugün ne kadar acı çekilmiş olursa olsun, “hayat güzeldir”.

En çok da çocuklar için güzeldir.

Hiçbir gaye, bu güzelliğe kastetmeyi mazur kılmaz!

Eğer Çanakkale harbinde can verenler anılacaksa bunun yolu o zaman yaşanan korkunç terörü yeniden canlandırmak değildir.

Belki de artık bir değişiklik yaparak hamaseti bırakıp farklı sorulara cevap arama vakti gelmiştir.

Mesela, “Kader bizi adım adım bu savaşın kucağına taşırken hangi stratejik hataları yaptık?” gibi.

Mesela, “Bir müdafaa harbinde bu kadar büyük kayıplar vermemize neler sebep oldu?” gibi.

Mesela, “O gün yaşadıklarımızdan askerî, iktisadî, içtimaî tüm dersleri çıkardık mı?” gibi.

Gençlerimizin zihinlerinde bu tür sorulara cevap aramaya başlamalarını sağlamak, karanlığa sövmeyi bırakıp bir mum yakmak olacaktır.

Twitter: @salihcenap


Not: 2012 yılında, Afgan çocukları hiç olmazsa böyle korkunç oyunlar oynamasın diye, onlara mülteci kamplarını kuşatan dikenli tellere gelse bile patlamayan futbol topu vermek üzere Afghan KidsPlay (AKP) adında bir kampanya yapılmış