19 Mart 2013 Salı

Mim Misli Mader


MimMesleMadarİran filmlerinin insanın ta yüreğine nüfuz eden esrarlı bir tarafları var. Seyrettiğim hiçbir İran filminin başından, hollywood yapımı bir filmin başından kalkarken hissettiğim duygularla kalkmadım. İşte yine böyle bir İran filmi olan "Mim Misli Mader" hakkındaki notlarımı paylaşmak istiyorum.
Filmi bilenler herşeyden önce filmin ismini yanlış yazdığımı düşünebilirler. Aslında filmin ismini mahsus böyle yazıyorum. Filmin latin harfleriyle yazılan isminin Türkçe için farklı yazılması gerektiği kanaatindeyim. İranlılar arap alfabesi kullandıklarından, kelimelerinin latin harfleriyle yazılması konusunda fonetik bir hassasiyeti benimsemişler. Ancak latin harfleriyle yazılan onlarca lisan içinde -tabîi olarak- İngilizceyi esas almışlar. Yani Farsça kelimeleri, bir İngiliz'in ya da Amerikalı'nın doğru telaffuz edebileceği şekilde yazmaya çalışıyorlar. Mesela "e" sesine ihtiyaç varsa "a", "i" sesine ihtiyaç varsa "e" harflerini kullanıyorlar.  Bu yüzden aslen adı  (میم مثل مادر)  olan filmin latin harfleriyle yazılan afişinde "Mim Mesle Madar" yazısını okuyoruz. Böylece İngilizce okuyanlar "mesle" kelimesini "misli", "madar" kelimesini de "mâder" diye okuyacaklar diye düşünülüyor.
Kelimelerin böyle yazılması şu neticeleri doğuruyor: Filmin yönetmeni olan Resul Mollakulu Pur "Rasool Mollagholi Poor" diye, başroldeki -muhtemelen- Gülşifte Ferehani, "Golshifteh Farahani", filmde Süheyl karakterini oynayan -ki o da "Soheil" diye yazılıyor- Hüseyin Yeri, "Hosein Yari" diye yazılıyor. Cemşit-Jamshid, Muhammed-Mohammad, Seher-Sahar, Şerare-Sharareh, Nilüfer-Niloofar haline geliyor.
Ne zaman böyle isimler duysam, eski dünya kupalarının birinde, Zübeyir isimli bir oyuncunun -yanlış hatırlamıyorsam Tunus'un kalecisiydi- ismini Schobair yazımından sökmeye çalışan TRT spikerinin çıkardığı acayip sesleri hatırlıyorum. Bu konuda insiyatif alıp müslüman sporcuların isimlerini doğru telaffuz etmeye çalışan yegâne spikerin de Orhan Ayhan olduğunu bil vesile yazmış olayım.
Tekrar filme dönelim...
Filmin adında geçen kelimeler bize hiç yabancı değil. "Misli" bugün hâlâ kullanılıyor. "Peder" kelimesi gibi "Mâder" de dilimize girmiş Farsaça bir kelime. Nedim'in meşhur şarkısında geçen ve şairin eşcinsel olduğu iddialarına temel teşkil eden dörtlüğü hatırlayalım:
İzn alıp Cuma namazına deyu mâderden
Bir gün uğrulayalım çerh-i sitem-perverden
Dolaşıp iskeleye doğru nihan yollardan
Gidelim serv-i revanım yürü sadabâd'e 

Namık Kemal'in "Vatan Mersiyesi" isimli şiirinde de "mader" geçer:

“Âh, yaktık şu mübarek vatanın her yerini
Saçtık eflâke kadar dûdunu ateşlerini
Kapadı gözde olanlar, çıkacak gözlerini
Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini
Yoğ imiş kurtaracak bahtı kara mâderini

Film bir anne ekseninde, özürlü doğacağı anlaşılan bir çocuğun "alınması" konusunu, yani "kürtajı" işliyor. Öyle Amerikan filmlerindeki beklenmedik gelişmeler, seyirciyi şaşırtarak eğlendirmeyi hedefleyen “akla hayale gelmez dönüşler" yok. Oldukça hayatın içinden, herkesin başına gelebilecek bir hikâye, Arya Azimi Nejat'ın senfonik film müzikleri eşliğinde harikulade bir şekilde anlatılıyor.

Keman: Doğu ile Batı'nın müşterek enstrümanı

Film ortalama bir Türk vatandaşının bir İran filminden beklemeyeceği şekilde, tesettürlü müzik öğretmeni Sepide'nin elinde kemanıyla, bir jüri önünde verdiği, seçme imtihanı sahnesi ile başlıyor. Aynı zamanda müzik öğretmeni olan Sepide bir batı müziği orkestrasına solist olarak katılmaya çalışıyor. Bunun için Bach'ın Mendelson'ın eserlerinden parçalar çalması isteniyor. O da başarıyla icra ediyor istenen parçaları.
Keman perdesiz bir saz olması hasebiyle dünyanın her kültürünün musikisini icra etme kabiliyetine sahip. Keman, ne doğu ne batı medeniyeti içinde yabancılık hissi veren, nadir enstrümanlardan. Filmde kemanın bir sembol olarak hususen seçildiğini düşünüyorum. Üç  asırdır, batı tahakkümüne maruz kalışımızı hazmetme ve yönetebilme çabası içindeyiz. Kim bilir, belki de bu yüzden zihnimiz gidip gidip doğu-batı ikilemine saplanıyor.

Bir sembol olarak “keman” çerçevesinde şu soruları sorduruyor film: Başka medeniyetlere mahsus sesleri hatasızca çıkarma kabiliyetine sahip bir batı medeniyeti enstrümanına kendi şarkımızı söyletemez miyiz? Yoksa Marshall McLuhan’ın kitabına ad yaptığı meşhur sözü “Araç Mesajdır - The Medium is The Message -” sözü haksa, bir medeniyete ait enstrümandan -araçtan- başa bir medeniyetin seslerini -mesaj- çıkartmak asla mümkün değil midir?

O zaman, seyrettiğimiz sinema filmi ne oluyor?...

Semboller... Semboller...

Filmde kullanılan birçok sembolik öğenin başında “melekler” geliyor. Mavi melekler ve onları mücessem halleri olan oyuncak bebekler çok güçlü motifler olarak karşımıza çıkıyor. Ancak bu sembollerin fikrî arka planında -ortodoks İslam anlayışı açısından- sıkıntılar varmış gibi görünüyor. En azından sünni gelenekte sağlam bir karşılık bulmamız çok zor bu sembollere. Bizde melekler, inancın ayrılmaz bir parçasıdır ama neredeyse hiçbir zaman filmdeki gibi somut objelere indirgenmezler. Ermeni marangoz ustası üzerinden filme eklemlenen Hristiyanlık unsurları, bu sembolleri açıklamada daha kullanışlı olabilir. Bizde Feriştah olarak telaffuz edilen ve melek anlamına gelen  “Fereşte” kelimesi de İranlı’ların kadim Zerdüşt dininden tevarüs ettikleri bir kelime. Sadece bunlara bakarak bile filmin heteredoks bir inanç anlayışına -en azından- müspet nazarlarla baktığını söylemek mümkün olabilir.

Filmde yoğun bir şekilde kullanılan başka bir sembol de güvercinler.  Bu narin ve mütevazı kuşların üç değişik yerde ve şekilde sembolize edildiğini görüyoruz:
  1. Said babası tarafından varlığı istenmeyen, davetsiz bir misafir. Tıpkı açık bir pencereden evin içine girivermiş bir güvercin gibi. Süheyl, tesadüfen odaya girmiş güvercini bir an önce ait olmadığını düşündüğü yuvasından çıkarmanın çaresini arıyor. Güvercinin oda içerisinde kanat çırpmasından nasıl rahatsız oluyorsa, Said’in oksijen tüpü ile nefes almaya çalışmasından ya da yürümeye çalıştığında bacağındaki demirlerin çıkardığı seslerden öyle rahatsız oluyor.
  2. Said, yıllar sonra kendisini görmeye gelen babasıyla yaptığı konuşmada, çocuk safiyetiyle, pencereden uçup giden güvercinin arkasından, “o giden babalarıydı” diyor. Hasretini çektiği babanın eksikliğini böyle ifade ederken kaçıp giden güvercin bu sefer babayı sembolize etmiş oluyor.
  3. Sepide’nin küvette başını vurduktan sonra suya düşüp nefessiz kalan Said’e suni teneffüs yaptırırken arkada uçuşan güvercinler belki de küçük çocuğun her an bedenden ayrıacakmış gibi duran ruhunu sembolize ediyorlar.

Yeşilçam vs. İran Sineması

İnsan bir İran filmi seyrederken ister istemez karşılaştırmalar yapıyor. Yakaladığımı düşündüğüm önemli bir farklılık şu: Bizim filmlerimizde memur-bürokrat-mühendis tipleri “cahil” ve “yobaz” halkı aydınlatmaya çalışan fedâkâr-cefâkâr ve aydın kişiler olarak resmedilir. Bu filmde tam aksine film boyunca bencilliği ve narsistliği ile öfkemizi çeken Süheyl bir diplomatken filmin makbul karakterleri, başta anne ve Ermeni marangoz olmak üzere sıradan halktan kişiler. Bu sefer bir şeyler öğretilmesi gereken, cahil ve kaba karakterler, diplomatlar, doktorlar olmuş yani!..

Muta Nikahı ve Kürtaj

Filmleri topluca seyredip konuşmanın çok faydası var. Sizin yakalayamadığınızı başka biri yakalıyor. Yahut “noktaları birleştirme” konusunda farklı dimağların özgün alternatifler geliştirdiğini görüyorsunuz. Şu noktaya, filmi beraber seyrettiğimiz katılımcılardan biri dikkat çekti: İstenmeyen bebeğin aldırılması için gidilen merdiven altı doktor muayenehanesinde geçen sahnede -ki filmin en sinir bozucu sahnelerindendi- bayan doktorun sarfettiği sözler aslında İran’da gizlice kanayan bir yaraya işaret ediyordu. Muta nikahı denilen ve para karşılığı, kısa süreli, geçici evlilikleri meşrulaştıran uygulama aslında ülkede bir çok istenmeyen gebeliğe yol açmakta. Muta nikahı serbest ve meşru, kürtaj yasak ve gayr-ı meşru olunca böylesi dramların sıkça yaşanabileceği konusu akla gayet yakın görünüyor. Filmde geçen “kan parası” ifadesi de yine bu açıdan çok dikkat çekici. Filmde izah edilmese de kürtaj masasında “öldürülen” bebekler için -muhtemelen fakirlere verilmek üzere- bir para ayırarak insanların vicdanlarını rahatlatmaya çalıştıkları anlaşılıyor.

“American Beauty” filminden bir replik aklımda kalmış: “Never underestimate the power of denial.” Yani “İnkârın gücünü asla küçümseme” İnsanlar bazı gerçekleri inkâr yoluyla göğüslemeyi tercih ediyorlar. Bazen de o güçlüğü göğüsleyebilmenin başka bir yolunu bulamıyorlar. İşte bu zamanlarda “kan parası” gibi kavramları tutunacak bir dal gibi görüyorlar. Etraflarında, cinayetlerinin yükünü kendileriyle paylaşacak omuzlar arıyorlar. Sepide’nin aynı sahnede kürtajı yapacak doktordan işittiği, “çocuk açı çekmez”, “ağrın olmayacak”, “hemen bitecek” gibi yalanlar işte böylesi “hakikati inkâr” çabalarına destek sözleri...

Kelimeler

Filmde, dilimize girip yerleşmiş bir çok kelime işitiyoruz. Bunlardan not alabildiklerim şunlar: Can, ben, kim, Hüda, nefes, hayli, hoş, herkes, nergis... Bunları işttiğimde Peyami Safa’nın şu sözü hatırıma geldi:
“Arapça’sız “sabah”, Farsçasız “akşam” diyemezsiniz.”

Değişik Bir Yaşama Felsefesi, 

Alternatif Bir Hayat Algısı

Aslında film bize, oldukça “doğulu”, alternatif bir hayat felsefesi öneriyor: Kaderle ve -tabiri caizse- dolaylı olarak tanrıyla kavga etmek yerine, başımıza gelenleri kabullenmeli, bir imtihan olarak görmeli, başımıza gelenlerin iyi taraflarını fark etmeliyiz. Hayat bizim çok da müdahale edip değiştirebileceğimiz bir şey değildir. Eğer acı çekmemiz gerekiyorsa bu acıya razı olmak, acıyı dindirmenin ya da azaltmanın bir yolu olabilir.

Filmin yukarıda belirttiğim ana mesajının bir uzantısı olarak şu mesajın da altı çiziliyor: batının empoze ettiği gibi “ferdin” merkezinde olduğu bir hayat algısı yanlıştır. Egosantrik, kişinin egosunu merkeze yerleştiren bir hayat algısı acınacak, hatta nefret edilecek bir şeydir.

Bu oldukça tanıdık bildik mesajları, şahsen, mütekâmil, hayatın esrarını izhar eden mesajlar olarak göremedim. Elbette hakikate tekabül eden çok yanı var bu mesajların ama acaba bu yaklaşım, hayatı “dizginleyerek” müthiş bir mesafe kaydeden ve üzerimizde müthiş bir tahakküm kuran batı karşısında acziyetimizin aklîleştirilmesi, rasyonel bir formülasyonu mu diye düşünmeden edemiyorum. Belki de şehadet alemini hakkınca kavrama ve hayatın akışına “müslümanca” müdahale etmenin yollarını aramak daha makbul bir hayat düsturu olabilirdi. Ne dersiniz?...

19 Mart 2013
Salih Cenap Baydar