17 Eylül
2011
Okur
Okulu projesi kapsamında ilk toplantımızı gerçekleştirdik. “Söz
uçar yazı kalır” demişler. Ahmet Hamdi Tanpınar'ı tanımaya,
onun şahsı ve fikirleri hakkında bir kanaat oluşturmaya
çalıştığımız toplantıda çok değişik ve güzel şeyler
konuşuldu. Ben bunlardan en azından bir kısmını not etmek
istiyorum...
Toplantıya
Tanpınar'ın biyografik bilgileriyle başladık.
Tanpınar
23 Haziran 1901'de Kadı Hüseyin Fikri Efendi'nin oğlu olarak
İstanbul'da doğmuş. Çocukluğunun bir ksımı babasının
memuriyeti nedeniyle Kerkük'te geçmiş. O yıllara dair şu
notlarını okuduk:
“Kerkük'e
1914 yılı temmuzunun başında. Birinci cihan harbinden hemen bir
iki gün evvel gitmiştik. Bu yüzden bu şehirle o muharebenin
hâtıraları bende birleşir. Geçmiş günlerimiz gerçekten
sararmış takvim yapraklarına benzer mi? Burasını bilmiyorum.
Fakat, Kerkük hâtıralarımı çok defa bir yığın tek sütunlu
resmi tebliğlerin arasından çekip çıkarırım. Memleket
felâketini, "muhtelif cephelerde sükûnet var" cümlesi
altında örtmeğe çalışan tek sütun üzerine dizilmiş bu ajans
haberleri bazen bir yığın karakol çarpışmalarının sonunda bir
şehrin düştüğünü haber verirdi. Basra'nın, Bağdat'ın,
Erzurum'un düşüşünü böyle öğrenmiştik. Bu ajans
tebliğlerini karşı yakadaki (asıl Kerkük) matbaadan almağa
bazen ben giderdim.
Oturduğumuz
sayfiye yeri Korya ile asıl Kerkük'ü birleştiren Edhem çayının
kuru yatağı üzerindeki köprüde, başımda açık renk bir
şemsiye, havadis peşinde âdeta koştuğumu hatırlıyorum. Şehre
ait hâtıralarım çok silik ve dağınık. Yalnız oturduğumuz
evleri, yeni yapılan mektebi hatırlıyorum. Evlerin üçü de Korya
tarafında idi. Birinci ev, bu sayfiye yerinin ucunda âdeta bir
berhane idi.
Bu
evde bizden evvel mutasarrıf Avnullah Kâzimi Bey oturmuştu. Şair
Halide Nusret Hanım'ın babası olan bu zat, Kerkük'te çok iyi bir
hâtıra bırakmıştı. Onun hakkında söylenenleri şimdi
hatırladıkça, eski imparatorluğun devamını sağlayan, o
tuttuğunu koparır, çakır pençe memurlardan biri olduğunu
düşünüyorum. Şehre ve havaliye sükûnet getiren, devlet
otoritesini koruyan bu cins memurlara eskiden halkımız bir nevi
keramet, hiç değilse bir dindarlık, riyazet izafe ederdi. Avnullah
Kâzimî için de böyle olmuştu. Mektep arkadaşlarının çoğu,
onun geceleri soyunmadan bir post üzerinde yorulana kadar ibadet ve
dua ettiğini ve oracıkta kıvrılıp uyuduğunu, sonra atına binip
eşkıya takibine çıktığını anlatırlardı.”
Kerkük'ten
sonra Antalya'da da bir süre kalan Tanpınar'ın aşağıya aldığım
satırlarını, maalesef bulup da toplantı esnasında okuyamadım
ama buraya alarak bu vaziyeti telafi etmeye çalışayım:
“Antalya'ya
1916 sonbaharında geldim. Epeyce büyümüştüm. Tek başıma
geceleri deniz kıyısında veya kayalıklarda (Hastahanebaşı'nda)
gezmek hakkım vardı. Karanlık epeyce inip de kayaların gölgesi
beni korkutana kadar orada kalırdım. Denizin iki manzarası beni
çıldırtırdı. Biri bu kayalıkların sahile bakan bir yerinde
sabah ve akşam saatlerinde durgun denizin ışıkla ve dipteki taş
ve yosunlarla aldığı manzaradır. Bu kayalarda beni mesut eden
şeylerden biri de yine sakin saatlerde kovuklara suyun dolup
boşalmasıydı. Bir de öğle saatlerinde güneş vuran suyun elmas
bir havuz gibi genişlemesi. Bunlar benim muhayyelem için büyük
mânâları olan şeylerdi.
Bu
ancak büyülenme kelimesiyle anlatılabilecek bir haldir. Fakat
galiba bu da yetmez; hakikat şu ki, üzerimde bir türlü
çözemediğim bir sır, gelecek zamana ait bir ders tesiri
yapıyorlardı.
1921
yılında tekrar Antalya'ya tatil için döndüğüm zaman bir gün
yine Hastahane yolunda iki evin arasından tekrar güneşle
birleşmiş, güneşin sarayı ve havuzu olmuş bu su ile
karşılaştım. Manzara sadece muhteşemdi. Fakat bu güzellik bana
acaip bir ölüm düşüncesi arasından geldi. Hiç bir şey bu
kadar insana yakın, buna rağmen bu kadar ezici, ondan ayn olamazdı.
Bu, şiire kendimi verdiğim seneydi.”
Baytar
Mektebi'ni bırakarak girdiği Darülfünun-ı Osmani'nin (yani
bugünkü İstanbul Üniversitesi) Edebiyat Fakültesi'nden 1923'te
mezun olmuş. Erzurum, Konya ve Ankara'daki liselerde öğretmenlik
yaptıktan sonra Gazi Terbiye Enstitüsü'nde (Gazi Eğitim
Enstitüsü) edebiyat dersleri vermiş. 1933'ten sonra İstanbul'da
Kadıköy Lisesi'nde edebiyat öğretmenliği yapmış.
1923
yılında Erzurum'da öğretmenlik yaptığı zamana dair bir
hatırasını bu arada paylaştık:
“1923
yıllarında Erzurum Lisesi'nde hoca idim. Mektebimizde Fransızca
ders veren Abdülhakim Bey adında Mısırlı bir hoca vardı. Çok
çabuk dost olmuştuk. Fransızcayı, İngilizceyi iyi biliyor, biraz
yağlı, fazla tecvidli olmasına rağmen Türkçeyi de mükemmel
şekilde konuşuyordu. Fransız gramerini iki ayda öğretmek için
hususî bir metod bile icad etmişti. Bu cinsten icad sahiplerinin
çoğu gibi, o da garip bir adamdı. Sene sonunda imtihanlarda
çocukların hakikaten Fransız gramerini çok iyi bildiklerini
gördük. Yalnız bir şey eksikti. Fransızca bilmiyorlardı. Tek
başına metodun kâfi olmadığını ve her icadın icat
sayılamıyacağını ilk önce o imtihanda öğrendim.”
1939'da
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde yeni kurulan Türk
Edebiyatı Kürsüsü profesörlüğüne getirilmiş. 1942 ara
seçimlerinde CHP'den Maraş Milletvekili olarak Türkiye Büyük
Millet Meclisi'ne girmiş. 1946 seçimlerinde tekrar aday
gösterilmeyince bir süre Milli Eğitim Müfettişliği yapıp
1949'da da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümü'ne dönmüş. Bu görevdeyken 24 Ocak 1962'de
İstanbul'da vefat etmiş.
Bir
düzen içinde yürümek, savrulmadan, düşüncelerimizi dağıtmadan
ilerleyebilmek için tespit ettiğimiz diğer iki başlık, yazarın
etkilendiği ve etkilediği kişiler şeklindeydi. Tabi tam
bir liste elde etmek için çok ciddi, akademik bir çalışma
yapılması gerekir ama biz en azından denk geldiğimiz bazı
isimleri zikrettik. Tanpınar'ın etkilendiği isimlerin başında
hocası Yahya Kemal geliyordu:
“Ruhunun
ateşiyle bizim genç varlıklarımızı yoğurmaya çalışan bu
inanmış adamı (Yahya Kemal'i) sevmemek kabil değildi. Onu ilk
önce sadece güzel birşey tadar gibi dinledik. Sonra, irticalî ve
yüksek bir maharet, kendini tüketmekten hoşlanan bir heyecan
sandığımız şeyin altında gizlenen ana fikri farkettik.
Filhakika Yahya Kemal, bize bu sohbetlerde ve derslerde, uzun
tefekkürünün meyvası olan çok dinamik realite ile gerek aktüel,
gerek tarihî mânâlarında temas halinde bulunan bir milliyet
anlayışını getiriyordu. Bu milliyetçilik, hızını tarihten
alıyordu. Fakat bu, kitaplarda olduğu gibi satır ve kelime halinde
kalmış bir bilgi şeklinde bir tarih değildi. Belki toprağa
bağlı, onunla beraber yoğrulan ve inkişafını yapan ve böyle
olduğu için insanı hakikî buudlan ve kıymetleri ile yakalamaya
muvaffak olan bir tarihti.
Bu
tarih anlayışı bütün bir san'at ve edebiyat programıydı ve
milliyet mefhumunun mucizesi ve yapıcı sırrı olan devam fikrini
kendiliğinden ihtiva ediyordu. Onu dinlerken bütün Türk tarihi,
kendimizi anlamak için sırrını sorup öğrenmeye mecbur olduğumuz
bir alem gibi önümüzde canlanıyordu. Bizden evvel gelmiş,
ömürlerinin macerasıyla, iman ve aşklarıyla bize bugünkü
benliğimizi, bir ağacın meyvasını hazırlar gibi hazırlamış
olan insanları anlamak için ne yapmıştık? Etrafımızdaki
âbidelere, bu güzel şehre, Boğaziçi köylerine ve İstanbul'un
ücra semtlerine, onlara dair soracağımız ne kadar çok şey
vardı; ve bütün vatan böyle değil miydi?
İşte
bundan yirmi sene evvelin gençleri, etrafına toplandıkları, ancak
on, onbeş yaş kendilerinden ilerde ustalarını, yumuşak bakışlı
ve sabırlı işçi elli fikir atletini dinlerken böyle
düşünüyorlardı.”
“Klasik
zevki hiç bir kolaylığı kabule imkân vermeyen Yahya Kemal'e bir
gün portakal ağacından bahsedecek oldum. O bana "Dünyada
belki binlerce ağaç vardır, takat aslında ağaç üç dört
tanedir: Çınar, kestane, ceviz gibi. Yine binlerce çiçek vardır.
Ama yine dört-beş çiçek vardır.
Portakal
ağacının altında oturamazsın, gölgesi yoktur. Dibinde
gezemezsin, çamurdur. Zaten boyu müsait değildir" cevabını
verdi. Bir bakıma hakkı var. Klasik şiirin dışındaki şeyler,
hususi notlar, mevsimler veya zevki kökünden değiştiren iklimden
gelen şeylerdir.”
Etkilediği
isimler arasında çok insanın adı geçiyor ama ben doğrudan kendi
keşfim saydığım bir isimden bahsettim: Nihat Boydaş. Prof.
Dr. Nihat Boydaş hoca 2002 yılında “Türkçe
Bilmeyen Cennete Giremez” isimli bir kitap yayınlamıştı. Bu
kitabın ismine ilham veren notları Tanpınar'ın Paris notları
arasında yakalamıştım. Hoca ile bir sohbet esnasında bunu dile
getirdiğimde aşağıya aldığım satırları neredeyse eksiksiz
bir şekilde ezberden tekrar etmişti:
Daüssıla.
Cafe
Mahieux'de:
Türkçe
konuşmağa başlayınca birinin Kula'lı, öbürünün Muğla'lı
olduğunu öğrendiğim birkaç Rum. Biri öbürüne söylüyor:
-Papazın
nasihatini sen de hatırlarsın Panayot, Türkçe bilmeyen cennete
giremez.
-O
eski darbımeseldir. Bana anam da söylerdi.
'İyi
ama ben bilmiyordum."
Başlıklarımızdan
en önemlisi “Vurgu yaptığı temel kavramlar nelerdir? Zihni
daha çok neyle meşgul olmuştur? ” idi. Bu başlık altında
uzun uzun sohbet ettik. Alt başlıklarımız şöyle sıralandı:
Doğu
medeniyetin batı medeniyetine geçiş- Batılılaşma
“Bizi
sadece yaptığımız işlerden değil, onların hız aldıkları
prensiplerden de şüphe ettiren, mühim ve hayatî meselelerimiz
yerine bir şaka denebilecek kadar hafif şeylerle uğraştıran,
yahut bu mühim ve hayatî meselelerin mahiyetini değiştirip bir
şaka haline getiren bu buhranın sebebi, bir medeniyetten öbürüne
geçmemizin getirdiği ikiliktir.”
(Yaşadığım
Gibi, 34)
Yeni
- Eski -Bırak
canım, o şüpheleriyle, inatlarıyla övünsün dursun... Hayat
yürüyor. Bir gün kervanın dışında kalınca anlar! Bu dünyada
yeni diye birşey var! Onu inkâr edenin vay haline! Zorla
değiştiremeyiz ya! Sağduyusu kendine mübarek olsun! Biz canlı
hayatın peşindeyiz!
(Saatleri
Ayarlama Enstitüsü , 269)
Geçmişi
yok sayan devrime karşı kültürel bir evrim fikri
“Bugün
umumî hayatımızda herhangi kökten bir ameliyeyi yapabilmek için
lâzım gelen şartlardan âdeta mahrum gibiyiz. Bizi değiştirecek
şeylere karşı ne bir mukavemet gösterebiliyoruz, ne de ona
tamamiyle teslim olabiliyoruz. Sanki varlık ve tarih cevherimizi
kaybetmişiz; bir kıymet buhranı içindeyiz. Hiç birini büyük
mânâsında kendimize ilâve etmeden her şeyi kabul ediyor; ve her
kabul ettiğimizi zihnimizin bir köşesinde âdeta kilit altında
saklıyoruz.
Bir
medeniyet bir bütündür. Müesseseleri ve kıymet hükümleriyle
beraber inkişaf eder. Onları lüzumsuz bulmaz, şüphe de etmez.
Nasıl elimiz, ayağımız, kulağımız bulunduğunu düşünmeden
bu uzuvlarla yaşarsak onlarla öyle yaşarız. Hakikî taazzuv da
budur.
Umumî
hayat değiştikçe, medeniyet de müesseseleriyle ve kıymet
hükümleriyle değişir. Bazan bunların bir kısmını tasfiye
eder. Fakat bütün bu değişiklikler insanla beraber olur. Küçük,
büyük buhranlar, anlaşamamazlıklar, huzursuzluklar, sıçrayış
devirlerinde ihtilâller, teknik terakkiler, keşif veya tabiî
inkişaflar bu tasfiyeleri yapar. Garp'ta ortaçağ insanı,
rönesans insanı, makine sanayi'i devrinin insanı, bugünün
insanı medeniyetiyle, müesseseleriyle beraber teşekkül etmiş
şe'nî ve tarihî vakıalardır.
Biz
de eski medeniyetimiz içinde böyle idik. Selçuklular devrinde
Anadolu kapılarını zorlayan insanlar, yeni vatanı benimseyen ilk
kurucu nesiller, Osmanlı fâtihleri, bütün siyasî
düzensizliklerine rağmen bize Itri'nin dehasını ve Nailî'nin
dilini veren, zevkimizin o tam inkişaf ve istikrar devri onyedinci
asır sonunun insanı elbette birbirlerinden çok farklıydılar.
Fakat
aynı zamanda birbirlerinin devamıdırlar da. Vâni Efendi'de
Zembilli Ali Efendi, Zembilli Ali Efendi'de ilk İstanbul Kadısı
Hızır Bey, Bursalı ismail Hakkı'da Aziz Mahmud HUdaî, Hüdaî'de
Üftâde, Üftâde'de Hacı Bayram, onda Yunus Emre, Yunus'ta
Mevlânâ aynı ocağın ateşiyle devam ediyordu.
Bütün
bu insanlar ne kendilerinden, ne de bir evvelkilerden şüphe
ediyorlar, hayatı, düşünceyi, kendilerini idare eden değerleri
kudsî bir emanet gibi kabul ediyorlar, aralarında nesil farklarını
tabiî buluyorlardı.
Onlar
parçalanmış bir zamanı yaşamıyorlardı. Hâl ile mazi
zihinlerinde birbirine bağlıydı. Birbirlerini zaman içinde
tamamladıkları İçin, gelecek zamanları da, kendi düşünce ve
hayatlarının muayyen olmayana düşen bir aksi gibi tasavvur
ediyorlardı.
O
kadar ki onsekizinci asırda yaşayan Kul Hasan Dede, onbeşinci
asırda yaşamış olan Eşrefoğlu ile, sanki aynı şehirde ve
aynı tekkede imişler gibi kavga edebiliyorlar, duygu ve hayat
görüşü itibariyle o kadar başka türlü olan Nedim, Fuzûlî'nin
bir mısra'ıyla kendi sansüalitesini anlatıyor, birbiri
arkasından gelen nesiller, Hallaç'ın haksız yere dökülmüş
kanını dava ediyordu. Hülâsa fikirler, imanlar büyük bir aile
mirasının torunlarda genişlemesi gibi, aym köklerden dalbudak
salıyordu. Hayat, bir ve bütün, insanıyla beraber sürüp
gidiyordu.
Böyle
olduğu için de bir yere konan taş, iki üç nesil sonra behemehal
bir bina oluyor, insan zamanına girmekle kazandığı şahsiyetini
etrafına kabul ettiriyordu.
İşte
Tanzimat'tan sonraki senelerde kaybettiğimiz şey bu devam ve
bütünlük fikridir.”
(Yaşadığım
Gibi, 35)
“Ben
bir oluşun parçası, yarın ortaya geçecek son halkasıyım.
Zinciri tanımazsam olur mu?”
(Yaşadığım
Gibi, 321)
Aşk
“Sevdiğim
bir muharrir "Aşk,
ölümün gülümseyen yüzüdür"
der. Bu mes'ut cümleyi her hatırladıkça, onu kendim söylememiş
olduğuma müteessir olurum. Çünkü, bu iki mefhumdan birini,
ötekini hatırlamadan hiçbir zaman düşünmedim; hattâ onlar
benim için eş doğmuş mefhumlar değil, birbirini tamamlayıcı
yegâne hakikatlerdir.”
(Yaşadığım
Gibi, 134)
“Aşk
bize münferit ve dağınık dünyayı bir bütün halinde verir;
zekâyı ihsasların yalancı cennetinden ve dar müfredatından,
aklın gülünç ve sıkışık hesaplarından kurtararak bir
ebediyetin aynası yaptığı içindir ki, biz onun vasıtasıyla
arızî olan her şeyi yeneriz.”
(Yaşadığım
Gibi, 134)
“Aşk
psikolojisinin en dikkate değer taraflarından biri de mevzuunu
tanımadan başlamasıdır; onun için her aşk, devamı boyunca bir
yığın lezzetli keşifler silsilesi olur. Gülerken, konuşurken,
hiddet veya hüzünde bu küçücük insan vücudu daima bizim için
yenidir ve her kımıldanışında, kâinatla her temasında yepyeni
hayranlık imkân ve vesileleri verir.
Bugün
onun ellerinin istisnaî güzelliğini daha yeni fark ederiz, yarın
boynunun mustarip melek inhinasını şimdiye kadar görmediğimize
şaşarız, bir başka zaman küçük bir yolcu arabasının
ayaklarımızın ucuna düşen aynadan süsünde, yalnız bir
ucundan gördüğümüz dudak ve çenesinde, bütün bir san'at
eseri güzelliğini ve uzaklığını bularak kendimizi körlükle
itham ederiz. Bir başka vakit, gözlerinin rengi ve alnının
biçimi, bakış tarzı bizi imkânsız ve sim meçhul hazlar içinde
bırakır.
Hülâsa,
bir yıldız kasırgasında ve büyülü bir terkip halinde
tanıdığımız ve sevdiğimiz mahlûku, yavaş yavaş çok
şaşırtıcı bir coğrafya gibi keşfederiz. Kadın ruhunun
methedilmekten hoşlanması ve en devamlı aşklarda bile buna
kıymet vermesi ve yokluğundan şikâyet etmesi bu küçük
dikkatlerde aşkın mühim bir tezahürünü sezmesinden gelir.
Bu
dikkat ve hayranlık sadece mükemmel ve güzel olan teferruatta
duyulmaz, ahenksiz olan taraflar dahi aynı suretle taziz edilir.
Hattâ Marcel Proust'un dediği gibi bazen sevdiğimiz vücutta bizi
en çok bağlayan noktalar, belki de bu mükemmeliyetten uzak olan
şeylerdir Bu zaaf noktalandır ki mukabili olan şefkat ve merhamet
duygularıyla perestiş hislerimizi takviye ederler.”(Yaşadığım
Gibi, 131)
“Nasıl
severiz? Filozoflar ve fizyoloji âlimleri bu muammayı halletmeye
istedikleri kadar çalışsınlar; bizim için esas olan, hilkatin
bu mevhibesini, bu büyük ve cömert kudreti kanımızda
taşımamızdır.
İhtimal ki o alelade bir
tesadüfün derinleşmesi, etrafa kök, budak salmasıdır; ihtimal
ki çocukların zıpzıp oyununa benzeyen diğer tesadüflerden çok
başka türlüdür. Ve arkasında irsiyetin, cinsin, bin türlü
bilinmez, çetrefil muayyenleri saklıdır ve biz dinlerken
ürperdiğimiz bir seste veya dalgın bir hayranlıkla temaşasına
koyulduğumuz bir çehrede tanımadığımız bütün bir cedler
silsilesinin, asırlarca süren bir irsiyet istifasının güzellik,
hasret ve rüyasını tatmin ederiz. Bunun gibi o, şüphesiz
tabiatta mevcut hayat ve yenileşme iradesinin gizli bir tuzağı da
olabilir. Fakat herhangi şekilde de olsa biz, istikrarı, bütün
bu olan ve olurken değişen ve ademin girdabına doğru giden akıcı
selden bir an dışarıya fırlamamız imkânını, zaman denen
sarhoş devi saçlarından yakalayıp kendimize muti kılmamız
fırsatını hep onda buluruz; ferdiyetimizi onunla idrak eder,
imkânlarını onunla yoklarız.
Günlerin çamurunu bir elmas
yığını haline koyan, tenin cifesini ilâhî bi şafağın
aydınlığında yıkayan, ademin meyvası olan ruhu, bir ezeliyet
şarabı haline getiren odur.
O, ruhun muayyeniyet kazanması
için biricik nizamdır. Ve bizi ömrümüzde bir defa ve bir tek
insan için ziyaret eder ve bir defa kodlandıktan sonra unutulmayan
bir gül gibi bütün bir Ömrü lezzet hatırasiyla doldurur. Veyl
o ânı kaçıranlara!..
Onlar, arzunun cehenneminde,
şifasız bir boşluğun kırbacı altında bütün ömürlerince
sürüneceklerdir. Hayat onlar için mânâsız bir seyahat, ölüm
sadece bir yokluk korkusudur.
Don
Juan'ın bütün eksikliği buradadır. Hayat ve ihsasların
kadehini birbiri ardınca boşaltan ve daha birini bitirmeden
öbürüne saldıran bu kahramanın mağrur susuzluğunu, belki de
bir keyfiyet yokluğunun bir kemiyetle hiçbir zaman telâfi
edilmeyeceğini anladığım için olacak, hiç kıskanmadım. O,
bütün ömrünce, her boşalttığı kadehin dibinde aynı gül
rengi ifritin alaycı gözleriyle karşılaşmaya mahkûmdu.
Hakikaten, bütün kadınları, bütün içkileri ve bütün
lezzetleri bir ömür boyunca ve birbiri ardınca tatmaktan ne
çıkar? "Bu olsa olsa, bir ormanın bütün ağaçlarını
teker teker tanımaya benzer." Bize bu sayışın ilâve
edeceği hiçbir şey yoktur.
Böyle bir seyahat hiçbir
susuzluğu teskin etmez, sadece hilkatin en cibillî âfetini,
korkunç ifrit can sıkıntısını her adımda karşımıza
çıkarmış olur, her adımda bir mücevher diye koşup elimize
aldığımız parıltının, omuzlarımızın üstünde esen bu
siyah rüzgârla bir yığın toprak haline geldiğini görürüz ve
bu acı tecrübe ile ademin kapısından geçeriz. Ölmeyiz, can
sıkıntısı bizi yutar.
Şüphesiz ki ihsaslar ve
mukadder akıbetin yanıbaşımızda her an bulunuşu, bizi zamandan
istifadeye davet eder. Fakat bu davete bu tarzda icabet, bizzat
zamanı muti kılacağı yerde, onun mahkûmu olmamız demektir.
Tarih
“Doğrusu
istenirse, Tanzimat'tan beri yetişenlerin çoğunda hemen her
hareket, gürültülü ve sessiz bir istifa, bir nevi tövbekârlık,
kendi kendini inkârla sona erer. Yahut şahsiyet tam bir dargınlık
içinde veya kısır bir şüphede kendisini tüketir. Fikret ile
Cenab'ın akıbetleri! Bir nevi terk-i saltanata benzeyen prensip
fedakârlıkları ise burada sayılamayacak kadar
çoktur.”
(Yaşadığım
Gibi, 38)
MimariDoğrusu
istenirse Müslüman şark, hiçbir zaman, hiçbir yerde bizde
olduğu kadar güzel, zevkli ve ölçülü olmadı. Yunan nisbetiyle
Roma azamet ve şevketini âdeta pür rönesans bir zarafetle hiçbir
mimarî bizimki kadar doyurmadı. Mistik felsefe ve din pek az
yerde, hayatı çürütmeden onunla bu kadar yakından birleşmiştir.
Mûsikîmizin ruh cünbüşü, eskilerin tabiriyle şevki de aynı
şeydir. Taş, duvar, yaldızlı yazı, nağme ve şiirin bütün
hayatın malı olduğu çok nâdir ve özlü medeniyetlerden birinin
sahibiyiz.
(Yaşadığım
Gibi, 172)
“Yıldızlı
saçağı, oymalı pencere pervazını taşa nakletmekle, taşla
yapılan tezyinatı alçı veya betona nakletmek arasında fark
yoktur Böyle bir şey yapabilmek için ilk devirlerin safiyeti,
hatta inşa ve tezyinat usûllerinin dinî bir hüviyet sahibi
olması lâzımdı. Taşın salâbeti ister istemez başka bir
nizamda bir düzenleme, süs ve çalışma isteyecekti.
İşte
Tanzimat İstanbul'a devlet eliyle bu karışık anlayışı
getirdi. Bunların içinde Aziz devrinin cephesi greko-romen taklidi
karakollarıyla, Taksim'deki yıkılan kışlanın Endülüs usûlü
kule ve pencereleri, Kuleli mektebinin Venedik sarayı tarzı dikkat
edilecek noktalardır.
Böylece
iç avluya veya bahçeye açılan geniş kemerli kapı yerine, iki
taraflı, geniş sahanlıklı merasim merdivenini almakla, sütunu
iç revak yerine cephede kullanmakla bir zevkin hudutlarından
öbürüne geçmiş oluyorduk. Gerçekte ise bu zevk değişikliği
İkinci Mahmud'un şahlanmış at üstünde resmini yaptırdığı
gün başlar. Çünkü eski merasimde şahlanmış at yoktur, hatta
hareket yoktur. Sükûn ve sükûnet vardır. Avludan divan ve
sofaya geçilir, orada sakin, vakur baş eğilir. Saçak öpülür,
konuşulurdu. Ferman, hutbe gibi minberden okunurdu. Şimdi ise
hükümet konağının veya kışlanın önünde toplanılacak,
içeriden merasim elbiseleriyle devleti temsil eden şahıs çıkacak,
yüksekten kalabalığa hitap edecekti. Bu bastonun, merasim
kılıcının, ayakta karşılama ve kabulün binasıydı.
Yaşadığım
Gibi (s:187)
“Yeni
mimarînin kudretine ve faziletlerine inananlardanım. Bugüne ait
her şey benim için bir davadır; çünkü yaşadığm zamanı
severim. Bugünkü mimarîye gelince, ayrı malzeme ve ayrı
imkânlarla ortaya çıktığı için oradaki ihtilâlin çok esaslı
olduğuna kani'im. Aynca mimarlarımızın çalışmalarını da
yakından bilirim. Elbette günün bîrinde bize ait bir üslûp
doğacaktır.
Fakat
bu tecrübeyi tarihin malı olan bir meydanda yapmayalım. Her kadın
mücevheri sever, fakat kendi kulağını kestirip yerine elmastan
bir kulak veya benzeri kıymetli bir süs takmasını isteyecek
kadın yoktur.”
(Yaşadığım
Gibi, 201)
Estetik-Sanat-Şiir-Edebiyat-Müzik
“Dede
Korkut Hikâyeleri, iki asır evvel moda olsaydı, şüphesiz Türk
edebiyatı değişirdi. Fakat şimdi bir nev'i dert oldu. Herkes
Korkut Ata gibi konuşmağa çalışıyor. Korkunç şey bu... 14.
asrın diliyle konuşmak, beyaz beyaz, burcu burcu, kıvıl kıvıl,
pırıl pırıl... Ne oluyoruz Allah aşkına... Şöyle sağlam,
yerinde, yazanın okur yazar bir insan olduğundan bizi beyhude yere
şüphe ettirmeyecek bir dille konuşup yazı yazmayacak
mıyız?”
(Yaşadığım
Gibi, 327)
Şiir
diye insanlığın tanıdığı, seçtiği, ayırdığı ve
unutmadığı bir şey de var dünyada... O, duruyor, gelişiyor,
daima kendi eşi olan soyunu yaratıyor. Ve bu şiirin de her dile
göre kaideleri ve hususiyetleri var. Mevcut olması için onları
arıyor ve istiyor. Şiir dilin çiçeğidir.
Şu
halde, siz kafiyeye, vezne, hattâ şekle bir zaruret gibi
bakıyorsunuz.
Onlar
oyunun şartlarıdır. Yani işin içinde ve esâsında mevcut
şeyler. Hiç oyun oynayan çocukları seyretmediniz mi? Nasıl
kaidelere riayet için kıyamet koparırlar. "Kardeşim
olmadı..." diye birbirlerini yerler. Aksi takdirde kendilerini
veremezler işe de onun için. Çünkü oyun oynadıklarını
bilirler. Onun ciddiyetine inanmak, o zahmete katlanmak için gizli
mukaveleye riayet ederler. San'at da oyun gibi içtimaî bir
mukaveledir.
Yaşadığım
Gibi (s:316)
“Asıl
estetiğim Valery'yi tanıdıktan sonra teşekkül etti. (1928- 1930
yıllarında). Bu estetiği veya şiir anlayışını rüya kelimesi
ve şuurlu çalışma fikirleri etrafında toplamak mümkündür.
Yahut da musikî ve rüya. Valery'nin "Velev ki rüyalarını
yazmak isteyen adam bile azami şekilde uyanık olmalıdır"
cümlesini "en uyanık bir gayret ve çalışma ile dilde rüya
halini kurmak" şeklinde değiştirin, benim şiir anlayışım
çıkar.”
(Yaşadığım
Gibi, 351)
“Türk musikîsinin son zamanlardaki
talii çok gariptir; bir bakıma göre, bu musikî cemiyetimiz
içinde bu derecede geniş bir yayılma devrini hiç tatmamıştır.
Tanzimat'a gelinceye kadar daha ziyade hususî vasıtalarda
inkişafını yapan bu musikî, bilhassa Abdülaziz devrinden
itibaren kahvelere girerek yayılmış, daha sonraları gramofon ve
radyo vasıtasiyle halk arasında mutlak bir inkişaf yapmıştır.
Bu suretle hitap ettiği zümrenin genişlemesi ile kazandığı
rağbete mukabil kendisini tutan zevk seviyesinin karışık olması
ve düşüklüğü dolayısıyla mahiyetini ve asaletini gitgide
kaybetmiştir.
Kendisiyle
meşgul olacak, sanatkârını yetiştirecek, zevk seviyesini
muayyen bir hadde tutacak bir müesseseden ve himayeden mahrum olan
her san'at için bu akıbet tabiîdir.
Şimdi.
İstanbul bahçelerini ve bütün memleket peyzajını zaman zaman
zevksiz ve seviyesiz bir neşe veya âdeta mihaniki bir melal ile
dolduran ve bir kaç mevsim her zevk sahibini rahatsız ettikten
sonra yerini kendinden daha korkuncuna terkedip kaybolan o tatsız,
tutsuz moda şaheserleri, onları birbiri ardınca vücuda getiren
ustaları, fazla rağbet uğruna dünyanın en asıl san'at
ananelerinden birini en değersiz bir seviyede devam ettiren muganni
ve muganniyeleri, bestkârlanyla bu san'at, ancak ârâzındaki
şiddete hayret edilebilecek bir inkırazı göstermektedir.
Nadiren
yetişen bazı muvaffak eserler bu umumî manzara içinde
kendilerini gösteremeden kayboluyor, üstelik imkân verilse
hakikaten bir yıldız olacak saz ve ses istidattan da kendilerini
feda edilmiş görüyorlar.
Halbuki
Türk musikîsi böyle bir akıbete hiç de lâyık değildi. O,
büyük bir cemiyetin, çok sıhhatli bir hayat aşkının ve derin,
huzursuz, her an ebediyetin muammasını çözmek için
sabırsızlanan bir ruhun mahsulüydü. Onu asırlar boyunca bütün
bir zevk, hayatı bizden başka zaviyelerle gören, fakat her
san'atın gayesi olan büyük zirveleri hedef olarak seçmiş,
incelmiş, emsalsiz bir mücevher gibi yontulmuş, nadide bir zevk
vücuda getirmişti. Buna rağmen böyle oldu ve bizi yapan,
mazideki benliğimizi vücude getiren büyük isimler, büyük
eserler ya kayboldular, veyahut da çözülmez birer bilmece haline
geldiler.
Şimdi
onu kendi cevherinde görmek ve tanımak istiyenler âdeta
arkeolojik zahmetlerle üzerindeki tufeylî yığınını
kaldırmaya, zaman ve ihmal tozunu silmeye, yani, daha doğrusu bu
arzudan vazgeçmeye mahkûmdur.”
(Yaşadığım
Gibi, 361)
“Her
san'atın cins tarafı birbirine benzer; Fuzulî'yi, Nef'î'yi
hakikaten sevip anlayan bir muasır, ondan Avrupa şiirine,
Goethe'ye, Shakespeare'e çok kolay geçebilir. Behzad'ı veya
şakirtlerini tanıyan elbette ki bir Watteau'ya herhangi bir resim
terbiyesinden mahrum insandan daha çabuk ve zahmetsizce erişir.
Dede Efendi ile beslenmiş bir ruh için ise Bach sadece bir
kardeştir. Halbuki pes-zinde piyasa şarkısından bu köprü
vazifesini hiçbir zaman bekleyemeyiz. Eski musikîmiz bir
medeniyetin zinde tarafının mahsulü, bugünkü mahsulleri ise
içinden sıyrıldığımız bir âlemin çürümüş taraflarının
son filizleridir. Birisi öbürünün yerini elbette ki
tutamaz.”
(Yaşadığım
Gibi, 364)
Şehir
“Bazı
isimler ve beyitler de yaşamış oldukları şehrin gece saatlerine
öylece hâkimdirler. Şahsa ait sokak ve semt isimlerinin
muhayyelemizde hakikî hüviyetini alması için gece saatlerini
beklemek lâzımdır. Gündüzleyin bizim için sadece Vefa olan
semt, geceleyin Şeyh Vefa Efendi olur.”
(Yaşadığım
Gibi, 160)
“Bir
şehirde hatıralar ve tarih yalnız kitaplarda yaşarsa, o şehir
kendi zamanlarını kaybetmiş demektir. Çünkü asıl canlı
hatıralar, zamanla kutsîlik kazanmış, tılsımın usta eli
dokunduğu için canlanmış, ruh sahibi olmuş maddenin taşıdığı
hatıralardır.”
(Yaşadığım
Gibi, 197)
“Sis,
ameliyesini aydınlığın üzerinde yaptığı için olsa gerek
biraz da zihnin hallerine benzer. Onun için daima muhayyeleyi
gıcıklar. Görüş plânlarımızı altüst eder, eşyayı
değiştirir, aralarına acayip mesafeler koyar, onları tabiî
halde tanımadıkları bir yalnızlıkta karşımıza çıkarır.
Hülâsa, san'atın büyüsünü, yahut nizamını günlük
hayatımızda kurar. Onunla karşılaşınca ister istemez bir çeşit
yaratmaya mahkûm oluruz. Hangi İstanbul'lu sisli mevsim
sabahlarında veya geceleri yatağında o acı düdük seslerini
dinlerken az çok şâir değildir?”
(Yaşadığım
Gibi, 238)
“Niçin Bursa'yı bu kadar
seviyoruz? Bu sevgi hayatın dışında bir oyun mudur? Kendimize
bir güzellik dini, geçmiş zaman kokulu bir âlem, çinilerden, su
seslerinden, kemer ve oymalardan, eski kumaşlardan ve geçmiş
modalardan, isim ve hatıralardan bir dünya yaratıp onun içinde,
o yapma cennette bir takım zihnî uyuşturucular veya
coşturucularla yaşadığımız zamandan uzakta sarhoş olmak mı
istiyoruz?
Böyle
bir şüpheyi taşıyanlar elbette yanılırlar. Ne Bursa, ne de
eski zevkimiz ve san'atianmız bizim için bu cinsten bir afyon
hokkası değildir. Bursa'ya zamanımızın gürültüsünden
uzaklaşmak, bir hamam kubbesi çınlayışında kendimizi kaybetmek
için gitmiyoruz. Eskiyi zorla san'atkârca bir rüya temini için
sevenlerden değiliz.
Zaten
şiir ve san'at, hiçbir zaman bu cinsten bir oymalı lâhid uykusu,
yahut fildişi kule rüyası olmamıştır. Onun rüyası daima en
verimli ve devamlı hareket, daima yaratıcı ve kurtarıcı
hamledir. Çünkü asıl hareket dışta değil, ruhtadır. Dışarda
seyrettiğimiz, bizi çabuk, beklenmedik gelişmeleriyle, kudretiyle
o kadar şaşırtan, hatta zaman zaman büyüklüğüne hayran eden
şey, ya bu içerdeki itişin bir aksi, iş halinde tercümesidir,
yahut da onun yokluğu, o şifasız ruh fakirliği yüzündenvküçük
realiteler tarafından zaptedilmenin, onlara kapanmanın, onlar
üzerinde küçük ve miskin hülyalar kurmanın
kendisidir.”
(Yaşadığım
Gibi, 215)
DikkatZihnin
hazmı konuşma ile oluyor. Biz düşüncelerimizi başkalarının
dikkatinde, başkalarının kayıtsızlığında veya hiddetinde,
hattâ zulmünde yaşarız.
Yaşadığım
Gibi (s:274)
-Sizce
dehânın miyarı nedir?
-Dikkat...
İnsan dikkatidir. Dikkati nisbetinde büyüktür, kuvvetlidir.
Çünkü dikkat bize, eşyanın ve kendimizin kapılarını
açar.
(Yaşadığım
Gibi, 319)
“
Benim
için san'atta, ilimde her şeyden evvel dikkat esastır. Daha
büyülü kelime bilmem.”
(Yaşadığım
Gibi, 331)
Eğitim-Gençlik
“Bizim
orta okullarımız, liselerimiz bazı sergilerde boşuna işleyen
makinalara benzer. Yani mücerrette çalışırlar. Çocuk 7 yaşında
ilkokula başlar, 21'de yahut 25'de faydasızı ciddiye almak
kabiliyetine göre üniversiteyi bitirir. Daha 1870'den evvel
Bismarck lise mezunu proleterlerinden bahsediyordu. Biz şimdi onun
bu alayının ikinci safhasında, yani devlet memuriyetinin dışında
içtimaî fonksiyonu olmayan işsiz kalabalığı karşısındayız.
Bu vakıa, önüne geçemezsek, yarın Türkiye'yi kökünden
sarsacaktır. Bu o kadar gözle görülür bir hakikattir ki
söylemekle hiçbir keramette bulunmuyorum.”
(Yaşadığım
Gibi, 294)
“Gençlerimiz
ihtirassız, hatta heyecansız; gençlik bir takım meselelere
açılmak, onları hararetle yaşamaktır. Boşlukta ne san'at
eseri, ne de fikir olur. En dışımızda görünen bilgi bile
içimizde yaşayan bir azap şeklinde olmalıdır. Mektep bitirmek
için mektep bitirilmez. Her genç enginde bir gemi gibi her an
kendi kendisine (ben neyim) -(niçin buradayım)- (Ne yapmak
istiyorum) sualini sormalıdır. Bunu yapmayan genç hiçbir zaman
genç olamayacak bir ihtiyardır. Yani ölü olarak yaşamayı
kendiliğinden kabul etmiş demektir.”
(Yaşadığım
Gibi, 333)
Semboller
: Zaman – Rüya - Gece
“Kimbilir
belki de, ölümün sırrına sahip olduğu söylenen sihirbaz ay,
bu yeraltı güneşi, bir mucize ile geçmiş zamanın derinliğinden
bir takım gölgeleri çekecek ve güneşle yontulmuş küçük
mücevher muayyeniyetlerinde ideal bir tanbur kâsesi gibi
aksisadanın uyukladığı Bebek, Kanlıca, Büyükdere koyları
tekrar unutulmuş saz sesleriyle dolacaktır.
Niçin
olmasın? Madem ki şâir: “Velhâsıl o rüya duruyor yerli
yerinde” diyor, biz de rüyalarımızın kaybolmadığına
inanabiliriz. Her yalanda bir hakikat parçası vardır, derler.
Arkasında insan muhayyelesinin velûd mekanizması çalışan
şiirin yalanı ise daima, hakikatin kendisi olmasa bile, mutlak ve
bir ebediyet için mahfuz çehresi olmuştur.”
(Yaşadığım
Gibi, 161)
Gece, gece, hülyalarımızın büyük ve
ebedî mimarı! Sen ebediyetin sonsuz yüzü, ölümün munis
kardeşisin; onun içindir ki ruhuna sahip her insan, kendisini
ancak seninle ve sende tamamlanmış bulur.
(Yaşadığım
Gibi, 162)
“Aydınlığı,
vuzuhu herkes gibi severim; hayatı yapan şüphesiz ki onlardır.
Fakat hakikî rüyası olan her şeyde karanlığın bir hissesi
vardır. Gölgesini aydınlıkta bile yanısıra gezdiren
insanoğlunun yan tarafını karanlık, esrarengiz gayrişuur yapan
asıl hazine, bizi kâinat dediğimiz büyük manzumeye ithal eden
bağların mecmuası karışık ve mufassal benliğimiz onda
saklıdır. Bunun içindir ki bilhassa sanat, karanlıktan kendini
kurtaramamış, hatta nâdir olarak elde ettiği gölgesiz
aydınlıklar bile bizzat vuzuhun şiddetiyle hiç olmazsa
gözlerimizi kamaştırmıştır.”
(Yaşadığım
Gibi, 158)
Hakikât
- Realite - Gerçeklik Algısı
“Bakın
Hayri Bey, ben karar verdim, beraber çalışacağız bundan
sonra... Onun için anlaşmamız lazım. Realist olmak hiç hakikati
olduğu gibi görmek değildir. Belki onunla en faydalı şekilde
münasebetimizi tayin etmektir. Hakikati görmüşsün ne çıkar?
Kendi başına hiçbir mânâsı ve kıymeti olmayan bir yığın
hüküm vermekten başka neye yarar? İstediğin kadar
uzatabileceğin bir eksikler ve ihtiyaçlar listesinden başka ne
yapabilirsin? Bir şey değiştirir mi bu? Bilakis yolundan alıkor
seni. Kötümser olursun, apışır kalırsın, ezilirsin. Hakikati
olduğu gibi görmek... Yani bozguncu olmak... Evet bozgunculuk
denen şey budur, bundan doğar. Siz kelimelerle zehirlenen
adamsınız, onun için size eskisiniz dedim. Yeni adamın realizmi
başkadır.”
(Saatleri
Ayarlama Enstitüsü, 213)
-Aman
beyefendi, dedim, hangi artist, hangi büyük...Arz ettim, sesi
çirkin, sonra kabiliyetsiz... sonra cahil. Daha İsfahanla Mahuru,
Rastla Acemaşiranı birbirinden ayıramıyor. Hayır, imkansız...
Belki başka bilmediğim meziyetleri vardır. Belki, ne bileyim
şahsen güzeldir, yani değildir amma, söz gelişi diyorum, güzel
olur da ben farketmemiş olabilirim. Fakat o sesle musıkisi
begenilsin! Buna imkan yok. Kulağı yok efendim, hiç yok. Sesleri
ayıramıyor.
../..
-Güzel
olamaz, dedi. Güzelden anlıyorsunuz. Hayatınızı artık
biliyorum. Siz güzel kadından anlıyorsunuz. Fakat sanattan,
bugünün sanatından anlamıyorsunuz. Evvela bu bir kalabalık
işidir. Kalabalık neyi sever neyi sevmez? Bunu kimse bilemez.
Sonra bu mesele ümitsiz bir kalabalığın işidir. Siz de
bilirsiniz ki zevk denen yüksek şeyin bizim içimizde içgüdüden
kolaylığa kadar giden bir yığın karşılığı vardır. Zevkten
ümit kesildi mi onlara kolayca teslim oluruz. İşler karışınca
zevkten ümit kesilir. Musıki denince herkes, evvela "Hangi
musıki?" sualini kendisine soruyor. Bu sual bir kere soruldu
musizin zevk, üslup dediğiniz şeyler yoktur artık. Sonra kulağın
herkeste ayarı bozuldu. Radyo devrindeyiz. Musıkiyi nadir bir şey
gibi dinlemiyoruz. O, romatizma, nezle, para sıkıntısı, harp
ihtimali, çok geçimsizlik gibi günlerimizin tabii arkadaşı
oldu. Bu işe bir de kalabalığı ilave edin... Hayır, ben eminim
ki bahsettiğiniz hanımefendi bir kaç gün içinde yepyeni bir
şöhret olarak İstanbul'u fethedebilir. Bakın! Vaziyet çok
müşkül olurdu, şayet baldızınız hanımefendi batı musıkisine
merak sarsaydı. Çünkü onu hakikaten yıllar boyu öğrenmek
lazım.
Bir
müddet yüzüme baktı. Hakikaten afallamıştım.
-Bu
meselelerde herkes işin alayında... Farkında olmadan alayında.
Burasını anlamıyor musunuz?
-Hangi
alay? Çıldırıyorlar...
-Tabii...
Hayatlarına biraz duygu, istisnai zamanlar katmak istiyorlar.
Herkes kendi boşluğunu bir parça duygu ile doldurmak kendini
süslemek istiyor, fakat musıkiden o kadar anlamıyorlar ki,
şarkıları güfteleri için seviyorlar. Zavallı Hayri Bey, siz
garip bir adamsınız. Sizin bahsettiğiniz ölçüler geçmiş
zamanda kaldı. Onlar, hani şu demin söylediğiniz, ustadan ustaya
mektuplardı. Şimdi artık o klasik devirde değiliz. İsfahanla
Acemaşiranı birbirinden ayırmak kimsenin aklından geçmez. Siz
bana söyleyin, kimi taklit ediyor?
-Meşhurların
hemen hepsini... Fakat hepsini aynı sesle, aynı makamdan, aynı
şekilde söylüyor...
-Demek
son derece şahsi! Mesele halloldu. Orijinal ve yeni... Dikkat edin,
yeni diyorum. En büyük harflerle yeni! Yeninin bulunduğu yerde
başka meziyete lüzum yoktur. Şimdi seçilecek yol kaldı, Halk
musıkisi mi Alaturka mı? Yoksa alafrangaya kaçan halk musıkisi
mi, yahut hal musıkisine kaçan alafranga mı?... Amma bunu burada,
bu masa başında pek kesip atamayız. Fakat öyle sanıyorum ki,
sesin bahsettiğiniz meziyetlerine göre -Halit Ayarcı burada
yüzünü buruşturdu ve parmaklarıyla çok adi bir kumaşı
yokluyormuş gibi bir hareket yaptı- daha ziyade alafrangaya kaçan
bazı mahalli halk türkülerinde muvaffak olacaktır... Evet öyle
tahmin ediyorum. Meğer ki Türkçe tangoyu tercih etsin! Yahut bazı
şarkıları...
Yüzüme
dalgın dalgın baktı:
-Evet,
bütün mesele burada. Siz teşebbüs fikrinden mahrumsunuz. Sonra
idealistsiniz. Realiteyi görmüyorsunuz... Hulasa eski adamsınız.
Yazık, çok yazık! Biraz realist olsanız bir parça, ufak bir
miktarda, her şey değişirdi.
(Saatleri
Ayarlama Enstitüsü, 211)
“Amma
bir yanlış yapabilirdim, her şey berbat olurdu.
Bir
kahkaha savurdu.
-
Yapsanız ne çıkardı? Hatâ denen şey yoktur ki zaten... İyi
anlayın! Farz ediniz ki hakikaten bir yanlış yaptınız! Oradan
yürürüz ve doğruya çıkarız. Hata denen şey tashih etme
budalalığında bulunanlar için mevcuttur. Bizim için değil...
Biz onun varlığını kabul ettiğimiz andan itibaren her türlü
hatanın üzerindeyiz. Hayır, Hayri Bey, hayır, yanlış yoktur ve
olmaz da. Bütün mesele bir vaziyeti iyi hazırlamaktır. Ve insana
itimattır.”
(Saatleri
Ayarlama Enstitüsü, 324)
-
Bir
sonra ele alacağımız yazarı KEMAL TAHİR olarak tespit ettik. Onu
da tanımaya çalışırken buradakine benzer başlıklar altında
kitaplarından iktibaslar yapmayı planlıyoruz.
21
Eylül 2011
S.
Cenap Baydar