20 Aralık 2011 Salı

Memento Notlarım


Yönetmen Christopher Nolan'ın 2000 yapımı filmi "Memento" sinema tarihine bir klasik olarak geçmeye namzet, çok mühim bir film. Sinema tekniği açısından senaryonun baştan sona doğru değil, sondan başa doğru akması, sıkıcı olmadan tersine çevrilebilmiş sebep-sonuç ilişkisi gibi hayret ve hayranlık uyandırabilecek birçok unsuru ihtiva eden filmin anlatıkları, anlatım şeklindeki orjinallikleri, filmi müstesna bir yere koymamızı gerektiriyor.

Filmin ana karakteri Leonard Shelby, nadir görülen bir hastalıktan muzdariptir. Travma neticesinde hasar gören beyni yüzünden, yaşadığı travmatik hadiseden sonra vuku bulan hiçbirşeyi hafızasında tutamamaktadır. Yaklaşık onbeş dakikada bir hafızası sıfırlanmakta, son yaşadığı herşeyi, tanıştığı insanları, söylediklerini ve dinlediklerini, yani özetle "herşeyi" unutmaktadır.  Başına gelen hadiseye kadar yaşadıklarını, adını, tanıdıklarını hatırladığı halde, sonrası sıfırlanmaktadır. İşin kötüsü, son hatırladığı şeyin, eşinin bir cinayete kurban gitmesi ve eşinin katillerini bulup öldürmeyi kendisi için hayat gayesi olarak benimsemiş olmasıdır.

Sürekli unuturken gayesine ulaşması nasıl mümkün olacaktır? Vaziyetinin farkındadır. Bunun için bir sistem geliştirir. Yeni öğrendiği herşeyi not alacak, kandırılmamak, manipüle edilmemek  için kendi el yazısına güvenecektir. Bir de polaroid fotoğraf makinesi ile yeni tanıştığı insanların, gittiği yerlerin fotoğraflarını çekecek, çektiği fotoğrafların üzerine aldığı notlarla kendisine adeta suni bir hafıza yaratacaktır. Ona bu da kafi gelmez ve öğrendiği "hakikatleri" vücuduna yazmaya, asla unutmaması gereken, çok zahmetle öğrendiği en önemli "gerçekleri" dövme şeklinde vücuduna yazdırmaya başlar. Tavsiyelere, hatıralara değil “gerçek” diye isimlendirdiği kanıtlara itibar edecektir. Filmde bir motel odasında uyanan Leonard kendine şöyle der:

"Çekmecelerde hiçbir şey yok. Ama yine de bak. Tabii ki dindarca okuduğum Kutsal Kitap dışında. Kim olduğunu ve kendin hakkında her şeyi biliyorsun. Ama günlük işler için notlar çok yararlıdır."

Burada yapılan gönderme çok dikkat çekici.  Çekmeceler aslında kahramanımızın hafızasına bir remiz. Çekmeceler boş. Çünkü hafızası boş. Çekmecede bulunan tek şey "dindarca okuduğu" "kutsal kitap". Bu gönderme iki şekilde anlaşılabilir:

1. Kahramanımız bu hastalığa düşmeden önceki hatıralarını (ki onun varlık sebebidir bu hatıralar) adeta kutsal bir kitap gibi benimsemiştir. Çünkü o hatıralar silinip gitmemekte "sabit" durmaktadırlar.

2. Günlük hayatta her türlü manüpülasyona açık, sürekli değişen "bilgilerle" karşılaştırıldığında, değişmeyen kutsal kitap yegâne istinat noktasıdır.

Leonard'ın tedbirleri, elbette işe yaramıyor. Neticede etrafında sağlıklı bir şekilde "hatırlayan" kötü niyetli insanlar onu manipüle etmeye başlıyorlar. Hatta bunda o kadar ileri gidiyorlar ki, bir tanesi, nasılsa az sonra unutacağını bilerek, onu suistimal edeceğini Leonard'ın yüzüne söylüyor. Kahramanımızın çaresizlik içinde bunu not etmek için kalem arayıp bulamadığı için, az önce kendisine hakaret ettiği için vurup gözünü morarttığı kadının, birkaç dakika sonra başka biri tarafından dövülmüş de ona sığınıyormuş gibi yaparak kendisini manüple etmesine mani olamadığı sahneyi mutlaka bir yere not etmek gerekiyor.

Bu sahne ile aslında kahramanımızın aldatılmamak için benimsediği ilkelerden birisinin işe yaramadığı tescillenmiş oluyor. Leonard, insanlarla göz teması kurmanın onu aldatılmaktan koruyacağına inanıyor. Eski bir sigorta müfettişi olarak geliştirdiği kabiliyetlerine güvenebileceğini sanıyor. Telefonda kimseyle konuşmak istemiyor, konuştuğu kişi güneş gözlüğü takıyorsa çıkarttırıyor. Ama gel gör ki, yarım metreden gözlerinin içine bakan bir kadın tarafından kandırılıyor.

Filmin unutulmaz bir başka sahnesi de Leonard'ın kendini koşarken bulduğu sahne. Kahramanımız kendisi gibi koşan ikinci bir adam daha görüyor. İki ihtimal olabileceğini düşünüyor: ya kaçıyor, ya kovalıyor olmalıdır. Önce kovaladığını düşünüp biraz kovalamaya girişir gibi olsa da, diğer adam ona ateş ettiğinde aslında kaçtığını anlıyor.

Memento filmin son sahnesi, aslında hikâyenin başladığı anı gösteriyor. Hikâyeyi anladık, senaryoyu çözdük derken son derece sarsıcı bir şekilde, hiçbirşeyin düşündüğümüz gibi olmadığını görüyoruz.  Meğer Leonard, karısını öldüren adamlar hikâyesini tamamen kendisi uydurmuş ve daha sonra hastalığından dolayı şuursuzca bu kendi uydurduğu hikâyeye iman etmiş. Buna samimiyetle inandığı sırada eşi ile birlikte yaşamaya devam ediyor olması bile vaziyeti değiştirmemiş. Hatta bir ihtimal şeker hastası eşini, bilmeden aşırı dozda insülin vererek öldürenin, Leonard'ın bizzat kendisi olabileceği bile ima ediliyor. Kendi uydurduğu intikamın peşindeki Leonard'ın, kendisine yardım eden polis Teddy ile birlikte eşinin katili olduğunu düşündüğü birini bulduğunu ve öldürdüğünü öğreniyoruz. Hatta bunu yaptıktan sonra, unutmamak için sevinç içinde göğsüne "İşi halletim" yazıp bir fotoğraf bile çektirmiş. Fakat tıpkı dğer herşey gibi bu yaptığını da derhal unutuvermiş. Ve aynı takıntının peşinde koşmaya evam etmiş. Yani eşinin -çoktan bulup öldürdüğü- katilini, elindeki ipuçlarından yola çıkarak arama macerasına atılmış. Bir noktada bütün bunları kendisine hatırlatan polis Teddy için, onunla ilgili hakikati en iyi ve en doğru bilen kişi olduğunu bile bile "Yalanlarına inanma" diye not alan Leonard, bu notu alırken bir sonraki hedefinin “rahatsız edici gerçekleri ona hatırlatan ve dilediğince inanmasına mani olan” Teddy olması için adamın arabasının plakasını notları arasına eklemeyi de unutmamış.

Bu müthiş final bize şunu anlatıyor. Beşer nisyan ile malûldür evet! İnsan unutur. Fakat bazen -belki de çoğu zaman- neyi unutacağımızı, neyi hatırlayacağımızı belirleyen malûliyetimiz değil, bizzat kendimizizdir.

Şu anlattıklarımız filmi görmemiş kimseler için son derece karışık ve anlaşılmaz olacağının farkındayım. Bu yüzden bu filmi herkese tavsiye ediyorum. Şimdi gelelim filmin ilham ettiği düşüncelere...

Bir an için unutma hastalığına düşenin bir adam değil de bir millet olduğunu farzedelim. Hatta filmdeki adamın yerine milletimizi koyalım.

Büyük bir travma yaşayan bir millet olarak, neredeyse her sabah hafızası silinmiş olarak uyanıyoruz.

Hafızamızda bir süreklilik olmadığından, mahmurluğu, şaşkınlığı bir türlü üstümüzden atamıyor, her türlü manipülasyona açık halde bulunuyoruz.

Oryantasyonumuzu kaybetmiş olduğumuz için bir nirengi noktası, bir referans, bir istinat noktası arıyoruz. Çevremizden hayalet sesler, yardımımıza koşmakta gecikmiyor, aradığımız şey için derhal tekliflerde bulunuyorlar. Mesela kimisi, "Siz yüzünü batıya çevirmiş, doğulu bir milletsiniz, hedeflediğiniz değerler modern batı medeniyetinin değerleridir, bunun delili de kılığınız kıyafetiniz, kullandığınız alfabe, benimsemiş olduğunuz ölçü değerleri, tercüme ettiğiniz kanunlardır. Şimdi aylaklığı  bırakın ve batılılaşma maceranıza devam edin." diyor.  Diğer birisi, "Siz aslında sizi sömürgeleştirmeye çalışan emperyalistlere karşı savaşan bir ulus devletsiniz. Bunun delili, vermiş olduğunuz istiklal savaşının fotoğrafları ve ülkenizi istilaya kalkışan sömürgeci güçlerin ordularını nasıl denize döktüğünüze dair kahramanlarınızın sizlere bırakmış olduğu hatıralardır. Haydi kendinizi toplayın ve emperyalist güçlerin kılık değiştirerek devam ettirdiği sinsi oyunlara karşı çıkın." diye yol gösteriyor. Şuuraltımızdan gelen boğuk, belirsiz, anlam veremediğimiz ve bastırmaya  gayret ettiğimiz bir ses de bize "Sen kendini bildin bileli son dinin bayraktarlığını yapmış, doğuyla batıyla değil, hakkı tutup kaldırmakla meşgul olmuş bir milletsin. Düştün ama artık düştüğün yerden kalmanın vaktidir. Hatırla kendini. Canlan!" diye fısıldayıp duruyor.
Bizim bu durumda başvuracağımız yer tarih oluyor. Ama sonra dehşetle tarihin de manipüle edilmiş olduğunu farkediyoruz.  Üstelik sesler bu kadarla da kalmıyor, artıyor, çeşitleniyor. Bir türlü uyanamayan zihnimiz bu bombardıman altında iyice dumura uğruyor. Kime, neye inanacağımızı bilemez oluyoruz. Sonra günlük hadiselerin girdabı, taş üstüne taş koyamadan yutuveriyor bizi. Ve ertesi sabah uyandığımızda yine herşeyi unutmuş oluyoruz. Herşey baştan başlıyor.

İnsanlar ve milletler hafızalarından mı ibarettir? Bizi biz yapan başka unsurlar var mıdır? Bocalayıp durmamızın sebebi nedir? Belki ikiyüz senemizi milletçe adeta bir alzheimer hastası gibi yaşadık. Biz yaşadığımız derin travmayı atlatıp sıhhatli bir şekilde hafızamızı toparlayamadığımız müddetçe iyileşmemiz çok zor görünüyor. Hafızayı toparlamak elbette kafi değildir. O hafızanın yardımıyla sıhhatli bir tefekkür ve muhakeme kaabiliyeti geliştirmeye de mecburuz. Ve nihayet aradığımız hakikatin sadece hafızamızda değil ruhumuzda da olduğunu anlamamız gerekiyor.

Salih Cenap Baydar
20.12.2011

TOTAL RECALL



Sen Unut Geçmişini
Ben Aklımda Tutarım
Adamım
Bu küçük işlere ben bakarım

Behçet Aysan



22 Ekim 2011 Cumartesi günü TYB Sinema Kulübünde 1990 yapımı bir film seyrettik. Filmimiz Arnold Schwarzenegger'in başrolünü oynadığı, ülkemizde “Gerçeğe Çağrı” ismiyle gösterilen “Total Recall” isimli filmdi. Filmi ya da başrol oyuncusuna duyan, bilen birçok kişi bu “vurdulu kırdılı” film üzerine ne konuşulabilir ki diye düşünüp dudak bükmüş olacak ki katılım diğer gösterimlere nispetle çok fazla olmadı. Ama bu filmi seçmemizin bir nedeni vardı ve filmden sonra oldukça hoş bir sohbet seansı gerçekleşti.

Film her ne kadar bir aralar ulusal kanalların “vurdu kırdılı filmler” kontenjanında dolgu malzemesi olarak kullanılmış olsa da konusu, senaryosu itibarıyla “Dark City”, “The Matrix”, “existenZ”, “Thirteenth Floor”, “Vanilla Sky”, “Shutter Island”, “Inception” gibi birçok filme ilham kaynağı olmuş bir eser.

Sanal gerçekliğin (virtual reality) ötesinde, bir “simule edilebilir gerçeklik” (simulated reality) mümkün olabilir mi? Olursa nasıl olur? gibi sorulara cevap aranan film 2084 yılında geçiyor.

Filmin senaryosu yetmişli yıllarda büyük şöhrete kavuşmuş bir yazar olan Philip K. Dick’in “We can remember it for you wholesale” isimli kısa hikâyesinden uyarlanmış. “Sizin için toptan hatırlayabiliriz” şeklinde çevrilebilecek bu başlık bana yukarıya epigraf yaptığım dizeleri hatırlattı. Philip K. Dick bazıları Türkçe’mize de çevirilen birçok kısa hikayenin yazarı. Başrolünü Tom Cruise’un oynadığı “Vanilla Sky” filmi de aynı yazarın diğer bir hikâyesinden uyarlanmış. Bu yazarın şizofreni hastası olduğunu internet forumlarında okudum. Belki gerçeklik hissinin aslında o kadar da güvenilir bir his olmadığını anlamak ve anlatmadaki ustalığını bu hastalığa borçlu bile olabilir.

Philip K. Dick’in hikâyesinin ve filmin başlığının hatırlamayla ilgili vurgusu, Türkçe’ye tercüme edilirken kaybolmuş gibi geldi.

LSD kullanan kişilerin nöroaktif yahut halusinojen maddelerin beyni etkilemesi sonucu gerçeklikten uzaklaşmaları, hatta alternatif bir gerçekliğe geçmeleri uzun zamandır bilinen bir konu. Filmde, kimyasal maddelerle gerçekleşen ama kontrol edilemeyen bu durumun ileri bir teknoloji marifetiyle kontrol edilebilir olması halinde neler olabileceği anlatılıyor.

İnsanın algılarıyla oynanması, gerçekliğin olduğundan farklı algılanması işin sadece bir boyutu. Gerçeklik algısının manüplasyonu, sadece hafızda bir simülasyon şeklinde gerçekleşse bile insanlarda gerçekliğe dair oryantasyonun kaybolması kolay kolay gerçekleşmez. Rüya gördüğümüzde de aslında alternatif bir gerçekliğe geçer ve bir süre orada bulunduktan sonra geri geliriz. Çok nadiren, o da çok kısa bir süreliğine, rüya ile gerçeği birbirine karıştırdığımız olur. Burada gerçekliğimize dönmemize yardım eden temel unsur, “devamlılıktır” . Eğer her uyuduğumuzda, aynı rüyaya, son kaldığımız yerden devam etmemiz söz konusu olsaydı, başka bir değişle rüyalarımızın bir devamlılığı olsaydı hangi gerçekliğin “gerçek gerçeklik” olduğunu bilemezdik.

Ziya Gökalp “Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak” isimli eserinde Bergson’un şu görüşünden bahsediyor: ”Ferdin ruhu hâtırâlarının toplamı, cesedi ise itiyatlarının toplamından ibarettir.” Filmdeki karakterlerden biri şu cümleyi sarfediyor: ”A man is defined by his actions, not his memory” yani bir insan hafızasıyla değil hareketleriyle tanımlanır. Filmde söylenen cümlenin doğru olabilmesi için tanımlamayı kimin, hangi gerçeklikte yaptığının da belirtilmesi gerekiyor.

Filmde dikkatimi çeken replikleri not etmek istiyorum:

- Bir rüyayı kıskandığına inanamıyorum

- Birisi olmak istiyorum, herhangi birisi olmak istemiyorum.
- Zaten öylesin, sevdiğim adamsın

- Üzgünüm tüm hayatın sadece bir rüyadan ibaret.

- Cohaagen'in sırrı sizin beyin dediğiniz o kara delikte saklı.

- Sen hiçkimsesin. Aptal bir rüyadan başka birşey değilsin.

- İsyancılar ne istiyorlar?
- Her zaman ki şeyi: Daha fazla para, özgürlük, hava.

- Siz, yaptıklarınızsınız.
- İnsanoğlu yaptıklarıyla ölçülür, hatıralarıyla değil.

- Bir iltifatta bulunmam gerekiyor: Dahîce bir düşünce manipülasyonuydu.

- Hadi Cohaagen, istediğini aldın, insanlara hava ver!
- Dostum, 5 dakika sonra insanlar seni hiç ilgilendirmeyecek artık.
Film otuz sene önce, geleceğe dair bir takım öngörülerle çevrilmiş. Geleceğe dair bu tasavvurların ve tahminlerin bazıları çoktan gerçekleşti bile. Teknoloji ilerledikçe filmde görülen keskin köşeli araçlar yerine çok daha yuvarlak hatlı otomobillerin piyasaya sürülmüş olması ilginç. İnce monitörler, kendini sürebilen araçlar, görüntülü telefonlar ve boyları filmdekinden çok daha küçük olsa da GPS cihazları gerçekleşen öngörülerden. Üç boyutlu hologramın da gerçekleşmek üzere olduğu söylenebilir.

Filmde herşey karşıtlıklar üzerine kurulmuş. Quaid-Hauser, Esmer-Sarışın, Dünya-Mars, Gerçek-Rüya, İnsan-Mutant ve nihayet hologram ikiz bunlara örnek verilebilir.

Total Recall Hollywood’da bilgisayar animasyonları, grafikleri kullanılmadan yapılmış son büyük prodüksiyon. Sadece canlı röntgen görüntülerinin olduğu sahnede bilgisayar kullanılmış. Özel efektler maketlerle, kuklalarla gerçekleştirilmiş. Buna rağmen özel efekt dalında ödül alması dikkate değer.

Film 1990 yapımı ama 1980’lerin bütün klişelerini filmde bulmak mümkün. Kadınlarda kabartılmış saçlar, vatkalar, kalın kaşlar ve aerobik kıyafetleri ilk bakışta seksenlerin modasını gösteren noktalar.

Tabi bir de bol bol da gizli reklam var. Birçok sahnede, arkadan, sağdan, soldan pepsi, coca-cola, fuji film, sony trinitron reklamları seyircinin üzerine atlıyor.

Sadece dokuz sene sonra çekilen The Matrix filminin yapımcılarının bu filmden çokça ilham aldığını söylemek mümkün. Vücuda saklanmış takip cihazı, kırmızı hap, sömürülen alt sınıflar, enerji için verilen kavga gibi pek çok unsur her iki filmde neredeyse birebir kullanılmış.

Bir Schwarzenegger aksiyon filmini Paul Verhoeven çekince rahatsız edici bir şiddet gösterisi neredeyse kaçınılmaz oluyor. Film boyunca ölen insanların hesabını tutmak mümkün değil. Şahsen böylesine ilgi çekici bir konu, böylesine bir kan banyosuna çevrilmeden anlatılabilse çok daha iyi olacaktı diye düşünüyorum.

Filmin sonlarına doğru Cohaagen’in kırdığı akvaryumda susuz kalıp ölen balıklar, havasız kalıp ölümü bekleyen mutantları hatırlatan bir sembol olarak kullanılmış.

Filmde, zihin manipülasyonu için hemen her şeyin kullanılabileceğini görüyoruz. Aile-eş sevgisi, anne sevgisi, beslenecek çocuklar sömürüsü, arkadaş sohbeti bunlardan hemen göze çarpanları. Hatta sahte bir suikast teşebbüsü bile inandırma “tezgâhının” parçası olabiliyor. Bunlar da yetmemeye başlayınca kişinin kendisinin bile kendisine karşı kandırma, yönlendirme aracı olarak kullanılabiliyor.

Son notum “vamp” kadın karakterle ilgili. Bizim Yeşilçam sinemasında birkaç istisna gözardı edilirse esas kız için hemen her zaman esmer, kötülük peşinde vamp kadın hep sarışın bir oyuncu tercih ediliyormuş. Hatta bugünün dizilerinde bile bu yazılı olmayan kural tatbik ediliyormuş. Batı sinemasında ise bunun tam zıddı bir vaziyet söz konusuymuş. Bu filmde bir istisna yapılarak masum sarışına karşı şeytani esmer klişesi tersine çevrilmiş.

Film bittiğinde anlatılanların tümünün aslında bir rüya olup olmadığı sorusunun cevabı verilmiyor. Hatta şöyle bir mesaj bile verildiği söylenebilir: Yaşadıklarınızın bir rüya olup olmadığından asla emin olamazsınız. O yüzden hayatınız (ânınız) iyi gidiyorsa tadını çıkartmaya bakın. Zira her an uyanabilirsiniz.

S. Cenap Baydar
25 Ekim 2011
Salı

19 Aralık 2011 Pazartesi

Ölü Ozanlar Derneği Notlarım


Ölü Ozanlar Derneği Notları


1989 yapımı “Ölü Ozanlar Derneği” şahsen Robin Williams ile ilk tanıştığım filmdi. Talebelerini etkileyen, bilgi ve birikimiyle kendisine hayran edip onları avucunun içine alan hoca teması pek çok filmde işlenmiştir. Nedense bu tür filmlerin kötü çekilmiş olanları bile izleyiciye derinden tesir eder. Şöyle talebesi olup peşine düşülebilecek sağlam bir hoca bulamayışımızın bunda etkisi vardır muhakkak!


Sarmaşık Ligi
Robin Williams’ın böylesi bir hocayı başarıyla oynadığı bir film olan “Ölü Ozanlar Derneği” 1958 yılında, Wellton isimli kurgusal bir okulda geçiyor. O sene okulda öğretmenliğe başlayan John Keating isimli edebiyat hocası aslında öğretmenlik yaptığı okulun eski mezunlarından. Wellton isimli bu lise aslında sarmaşık ligi (Ivy Leaguge) denilen, ABD’nin  kuzeydoğusundaki sekiz vakıf üniversitesinin oluşturduğu birlik okullarına öğrenci yetiştirmekle övünen bir lise. Aslında bir spor ligi olarak kurulmuşolan “Sarmaşık Ligi” artık bugün, akademik mükemmellik, zor öğrenci alma ve elitizm ile bağdaştırılmakta. Bu lige dahil olan okullardan birkaçını sayarsak zaten hemen bir fikir uyanacaktır: Harward, Princeton, Pensilvanya ve Yale...


Kalvinistler
Okulda dini temellere oturtulduğu sıkça vurgulanan bir disiplin söz konusu. Orta-üst sınıftan aileler, ciddi maddi zahmetlere girerek, yukarıda bahsedilen üniversitelere gidip mühendis, doktor, avukat olarak mezun olsunlar diye çocuklarını Wellton lisesine gönderiyorlar. Burada öğrencilerin ailelerinden tevarüs etmeleri beklenen bir Kalvinist adanmışlık söz konusu. Vikipedia’da yardım alarak Kalvinizm ya da Kalvenizm hakkında bir not düşelim:

“Protestanlık'ta Kalvenizm mezhebine göre dürüstlük ve çalışkanlık birinci sırada yer alır. Calvin'e göre çalışkan, dürüst olan, dünya nimetlerinden uzak durarak ibadet edenler rahipler kadar Tanrı'nın selametine hak kazanmış, küçük seçilmişler grubunun üyeleriydi. Günah olansa lüks yaşam, süslü elbiseler ve mücevher kullanmak; dans etmek, sarhoş olmak ve tembellikti.”

Batı medeniyetini bugün bulunduğu bilimsel, teknolojik üstünlük noktasına getiren önemli anlayışlardan biri sayılan bu anlayışın filmde derinden eleştirildiğini görüyoruz. Öğrenciler okulun Wellton olan ismini bir harf değişikliğiyle İngilizce hell:cehennem kelimesine gönderme yaparak Hellton olarak telaffuz ediyorlar. Bu aslında okuldan ve benimsenen usullerden ne derece nefret ettiklerini gösteriyor. Tabi bu görüş tüm öğrencilerce paylaşılmıyor. Kalvinist ideallere inanan, kendisi için tasarlanan geleceği elde etmek için gayret eden çok öğrenci de var.


Gassal Elinde Meyyit
İlk edebiyat dersinde öğretmen John Keating klasik bir giriş yapıyor ama hemen sonra  o klasik anlayışı tamamen değersiz bulduğunu belirtince öğrenciler ciddi bir gayretle aldıkları notları karalayıveriyorlar. Eskiler talebenin hocası karşısındaki vaziyetini tarif ederken “gassal elinde meyyit” deyimini kullanırlarmış. Gassal, gusleden, ölüyü yıkayan kişiye deniyor. Meyyit de ölü. Bir ölü beden, onu yıkayan kişinin elinde nasıl tepkisizi nasıl itirazsızsa ideal talebe de ideal hocanın elinde öylesine itaatkâr olur denilir. İşte Keating’in de karşısında böyle bir sınıf bulunuyor. O noktadan itibaren de Keating öğrencilerinin kafalarına yeni fikir tohumları atmaya başlıyor. İlk iş olarak onlara, şiir hakkında beğenmediği kanaatler öne süren kitap sayfalarını yırtmalarını söylüyor.


Kitap Sayfası Yırtmak
Benimsedikleri “kutsal doktrini” simgeleyen ders kitaplarından sayfa yırtmak öğrenciler için hiç de kolay birşey değil. Zira bunu onlara salık veren kişi yine şartsız itaatle teslim oldukları müessesenin “hocası”. Aslında bu çatışmayla Bay Keating ilk anda “surda bir gedik” açmış, müesses nizamın şiddetle sorgulanabilmesine ilk defa imkan sağlamış oluyor.

Böylesine şiddetle eleştirilen görüş bir şiiri kıymetlendirmekle ilgili. Okudukları kitabın yazarı bir şiirin kıymetini anlamak için iki temel soruya cevap aranması gerektiğini söylüyor. İlki şiirin anlatmak istediği meselenin ne kadar ustalıkla işlenmiş olduğu, ikincisi bu meselenin ne kadar önemli olduğu. Filme Keating şiirin böyle matematiksel yaklaşımlarla değerlendirilemeyeceğini öğrencilerine anlatmak istiyor.

Şiir
Ben filmden istenen dersi çıkaramamış olacağım ki bu konuda Keating’in fena halde yanıldığını düşünüyorum. Şiirin, hayatın pek çok dalında olduğu gibi kıymetlendirilmesi için bazı objektif kriterler bulunması gerektiğine inananlardanım...

Carpe Diem
Keating öğrencilerine latince bir söz öğretiyor: “Carpe Diem - Günü yakala” Hayatın iliğini emmekten, bunu yapmak için de kendilerine sunulan kalıpları kırmaları gerektiğinden bahsediyor.

Hedonizm
Burada yüceltilen “hayatın iliğini emmek” hedefi-ideali bana son derece hedonist bir hedef gibi geldi. Hiç de şiirsel bir çekicilik bulabildiğimi söyleyemeyeceğim bu çağrıda. Dünü ve yarını düşünmeden, sadece bugün azami zevk ve asgari acı çerçevesinde bir hayat peşinde koşmak insanî olmaktan çok çok uzak göründü gözüme...

Okulun eski bir albümünde fotoğrafını bulup getiren öğrencilerine Keating’in albümü yakmalarını söylemesi de carpe diem ideali doğrultusunda görünüyor: dünü bırak günü yakala...

Farklı Açılar
Meselelere farklı açılardan bakabilmek için bulunulan yerden ayrılmak, yer değiştirmek önerisi filmde altı çizilmesi gereken önemli bir motif. Keating talebelerine “yanlış ve aptalca görünse de kendi seslerini bulana kadar bunu denemeleri gerektiğini söylüyor. Gençlerin kendi yürüyüşlerini bulmaları için denemeler yapmaları, akıntıya karşı yüzmeleri ve kendileri için düşünmeyi öğrenmeleri  konusunda öğütlenenler de bu kapsamda dikkat çekiyor.

Okul ve Hocalar
Filmde beni en çok etkileyen şeylerden biri hadiselerin geçtiği okul binası ve çevresi oldu. Şehirden uzak, tabiatın ortasında, yakınlarından ırmaklar akan, bir yanında göl, bir yanında orman bulunan, ördeklerin gezdiği, kürek çekme antrenmanlarının yapılabildiği, bisikletle gezilebilen, futbol sahalarının bulunduğu böylesi bir okulun bir eşi ülkemizde var mıdır acaba diye düşünmeden edemedim.. Sadece okulun fiziki şartları değil, hocaların kendilerini adamışlıkları, mesleklerini derinden benimsemeleri de çok dikkat çekici geldi.

Sıradan Olmamak
Hocanın “avucuna alamadığı” bazı tipler de var elbette. Bunlardan birisinin kendisini ciddiye almadığını gösteren öylesine yazılmış “şiirine” karşı Keating’in sözü akıllarda kalıyor: “Şiir çok basit olabilir bunda bir sakınca yok. Yeter ki şiirlerinizin sıradan olmasına müsaade etmeyin.”

Sıradan olmamak için talebelerden Charlie’nin sıradan adını reddedip kendine “Nuwanda” diye isim koyması Keating’in öğrencilerine ulaştığını gösteriyor. Fakat burada da bir “ölçü” problemi başgösteriyor. Öğrenciler işi abartıp kendilerini ciddi risklere atmaya başlayınca hocalarının onları uyarmak zorunda kalması insana “ne oldu carpe diem?” diye sordurtuyor!
Filmde “akıntıya karşı yüzme” iradesi kırılan delikanlının intihar etmesi dramatik bir öğe olarak katkı sağlasa da verilen mesaja biraz gölge düşürüyor doğrusu... İdealler uğruna çatışmayı göze almanın anlatıldığı bir hikayede bu öğütlenen hareket tarzını deneyip yapamayan öğrencinin canına kıyması çok da uygun olmamış gibi geliyor.

Filmin unutulmaz son sahnesinde öğrenciler okuldan atılan hocalarını, şiddetle uyarıldıkları halde sıralarının üzerine çıkarak uğurluyorlar. Burada hem sisteme meydana okuma potansiyeline kavuştukları, hem de bakış açılarını değiştirdikleri vurgulanıyor. Son sahnede kamera kapıdaki Keating’e yukarıdan, öğrencilerin baktıkları yerden, yani Keating’in öğrencileri çektiği yeni yükseklikten bakıyor.

Film pedagojik, felsefi ve dini açılardan çok çeşitli ve zengin çağrışımlarıyla mühim filmler listemizde yerini alıyor. Şahsen beğenmediğim ve benimsemediğim bir mesajı olsa da bu filmin seyredilmesi ve tartışılması gereken bir film olduğunu not etmek istiyorum.

Salih Cenap Baydar
19.12.2011

21 Eylül 2011 Çarşamba

Okur Okulu Ahmet Hamdi Tanpınar Toplantısı


17 Eylül 2011


Okur Okulu projesi kapsamında ilk toplantımızı gerçekleştirdik. “Söz uçar yazı kalır” demişler. Ahmet Hamdi Tanpınar'ı tanımaya, onun şahsı ve fikirleri hakkında bir kanaat oluşturmaya çalıştığımız toplantıda çok değişik ve güzel şeyler konuşuldu. Ben bunlardan en azından bir kısmını not etmek istiyorum...

Toplantıya Tanpınar'ın biyografik bilgileriyle başladık.

Tanpınar 23 Haziran 1901'de Kadı Hüseyin Fikri Efendi'nin oğlu olarak İstanbul'da doğmuş. Çocukluğunun bir ksımı babasının memuriyeti nedeniyle Kerkük'te geçmiş. O yıllara dair şu notlarını okuduk:

Kerkük'e 1914 yılı temmuzunun başında. Birinci cihan harbinden hemen bir iki gün evvel gitmiştik. Bu yüzden bu şehirle o muharebenin hâtıraları bende birleşir. Geçmiş günlerimiz gerçekten sararmış takvim yapraklarına benzer mi? Burasını bilmiyorum. Fakat, Kerkük hâtıralarımı çok defa bir yığın tek sütunlu resmi tebliğlerin arasından çekip çıkarırım. Memleket felâketini, "muhtelif cephelerde sükûnet var" cümlesi altında örtmeğe çalışan tek sütun üzerine dizilmiş bu ajans haberleri bazen bir yığın karakol çarpışmalarının sonunda bir şehrin düştüğünü haber verirdi. Basra'nın, Bağdat'ın, Erzurum'un düşüşünü böyle öğrenmiştik. Bu ajans tebliğlerini karşı yakadaki (asıl Kerkük) matbaadan almağa bazen ben giderdim.

Oturduğumuz sayfiye yeri Korya ile asıl Kerkük'ü birleştiren Edhem çayının kuru yatağı üzerindeki köprüde, başımda açık renk bir şemsiye, havadis peşinde âdeta koştuğumu hatırlıyorum. Şehre ait hâtıralarım çok silik ve dağınık. Yalnız oturduğumuz evleri, yeni yapılan mektebi hatırlıyorum. Evlerin üçü de Korya tarafında idi. Birinci ev, bu sayfiye yerinin ucunda âdeta bir berhane idi.

Bu evde bizden evvel mutasarrıf Avnullah Kâzimi Bey oturmuştu. Şair Halide Nusret Hanım'ın babası olan bu zat, Kerkük'te çok iyi bir hâtıra bırakmıştı. Onun hakkında söylenenleri şimdi hatırladıkça, eski imparatorluğun devamını sağlayan, o tuttuğunu koparır, çakır pençe memurlardan biri olduğunu düşünüyorum. Şehre ve havaliye sükûnet getiren, devlet otoritesini koruyan bu cins memurlara eskiden halkımız bir nevi keramet, hiç değilse bir dindarlık, riyazet izafe ederdi. Avnullah Kâzimî için de böyle olmuştu. Mektep arkadaşlarının çoğu, onun geceleri soyunmadan bir post üzerinde yorulana kadar ibadet ve dua ettiğini ve oracıkta kıvrılıp uyuduğunu, sonra atına binip eşkıya takibine çıktığını anlatırlardı.”


Kerkük'ten sonra Antalya'da da bir süre kalan Tanpınar'ın aşağıya aldığım satırlarını, maalesef bulup da toplantı esnasında okuyamadım ama buraya alarak bu vaziyeti telafi etmeye çalışayım:

Antalya'ya 1916 sonbaharında geldim. Epeyce büyümüştüm. Tek başıma geceleri deniz kıyısında veya kayalıklarda (Hastahanebaşı'nda) gezmek hakkım vardı. Karanlık epeyce inip de kayaların gölgesi beni korkutana kadar orada kalırdım. Denizin iki manzarası beni çıldırtırdı. Biri bu kayalıkların sahile bakan bir yerinde sabah ve akşam saatlerinde durgun denizin ışıkla ve dipteki taş ve yosunlarla aldığı manzaradır. Bu kayalarda beni mesut eden şeylerden biri de yine sakin saatlerde kovuklara suyun dolup boşalmasıydı. Bir de öğle saatlerinde güneş vuran suyun elmas bir havuz gibi genişlemesi. Bunlar benim muhayyelem için büyük mânâları olan şeylerdi.

Bu ancak büyülenme kelimesiyle anlatılabilecek bir haldir. Fakat galiba bu da yetmez; hakikat şu ki, üzerimde bir türlü çözemediğim bir sır, gelecek zamana ait bir ders tesiri yapıyorlardı.

1921 yılında tekrar Antalya'ya tatil için döndüğüm zaman bir gün yine Hastahane yolunda iki evin arasından tekrar güneşle birleşmiş, güneşin sarayı ve havuzu olmuş bu su ile karşılaştım. Manzara sadece muhteşemdi. Fakat bu güzellik bana acaip bir ölüm düşüncesi arasından geldi. Hiç bir şey bu kadar insana yakın, buna rağmen bu kadar ezici, ondan ayn olamazdı. Bu, şiire kendimi verdiğim seneydi.”



Baytar Mektebi'ni bırakarak girdiği Darülfünun-ı Osmani'nin (yani bugünkü İstanbul Üniversitesi) Edebiyat Fakültesi'nden 1923'te mezun olmuş. Erzurum, Konya ve Ankara'daki liselerde öğretmenlik yaptıktan sonra Gazi Terbiye Enstitüsü'nde (Gazi Eğitim Enstitüsü) edebiyat dersleri vermiş. 1933'ten sonra İstanbul'da Kadıköy Lisesi'nde edebiyat öğretmenliği yapmış.

1923 yılında Erzurum'da öğretmenlik yaptığı zamana dair bir hatırasını bu arada paylaştık:

1923 yıllarında Erzurum Lisesi'nde hoca idim. Mektebimizde Fransızca ders veren Abdülhakim Bey adında Mısırlı bir hoca vardı. Çok çabuk dost olmuştuk. Fransızcayı, İngilizceyi iyi biliyor, biraz yağlı, fazla tecvidli olmasına rağmen Türkçeyi de mükemmel şekilde konuşuyordu. Fransız gramerini iki ayda öğretmek için hususî bir metod bile icad etmişti. Bu cinsten icad sahiplerinin çoğu gibi, o da garip bir adamdı. Sene sonunda imtihanlarda çocukların hakikaten Fransız gramerini çok iyi bildiklerini gördük. Yalnız bir şey eksikti. Fransızca bilmiyorlardı. Tek başına metodun kâfi olmadığını ve her icadın icat sayılamıyacağını ilk önce o imtihanda öğrendim.”


1939'da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde yeni kurulan Türk Edebiyatı Kürsüsü profesörlüğüne getirilmiş. 1942 ara seçimlerinde CHP'den Maraş Milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne girmiş. 1946 seçimlerinde tekrar aday gösterilmeyince bir süre Milli Eğitim Müfettişliği yapıp 1949'da da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'ne dönmüş. Bu görevdeyken 24 Ocak 1962'de İstanbul'da vefat etmiş.

Bir düzen içinde yürümek, savrulmadan, düşüncelerimizi dağıtmadan ilerleyebilmek için tespit ettiğimiz diğer iki başlık, yazarın etkilendiği ve etkilediği kişiler şeklindeydi. Tabi tam bir liste elde etmek için çok ciddi, akademik bir çalışma yapılması gerekir ama biz en azından denk geldiğimiz bazı isimleri zikrettik. Tanpınar'ın etkilendiği isimlerin başında hocası Yahya Kemal geliyordu:

Ruhunun ateşiyle bizim genç varlıklarımızı yoğurmaya çalışan bu inanmış adamı (Yahya Kemal'i) sevmemek kabil değildi. Onu ilk önce sadece güzel birşey tadar gibi dinledik. Sonra, irticalî ve yüksek bir maharet, kendini tüketmekten hoşlanan bir heyecan sandığımız şeyin altında gizlenen ana fikri farkettik. Filhakika Yahya Kemal, bize bu sohbetlerde ve derslerde, uzun tefekkürünün meyvası olan çok dinamik realite ile gerek aktüel, gerek tarihî mânâlarında temas halinde bulunan bir milliyet anlayışını getiriyordu. Bu milliyetçilik, hızını tarihten alıyordu. Fakat bu, kitaplarda olduğu gibi satır ve kelime halinde kalmış bir bilgi şeklinde bir tarih değildi. Belki toprağa bağlı, onunla beraber yoğrulan ve inkişafını yapan ve böyle olduğu için insanı hakikî buudlan ve kıymetleri ile yakalamaya muvaffak olan bir tarihti.

Bu tarih anlayışı bütün bir san'at ve edebiyat programıydı ve milliyet mefhumunun mucizesi ve yapıcı sırrı olan devam fikrini kendiliğinden ihtiva ediyordu. Onu dinlerken bütün Türk tarihi, kendimizi anlamak için sırrını sorup öğrenmeye mecbur olduğumuz bir alem gibi önümüzde canlanıyordu. Bizden evvel gelmiş, ömürlerinin macerasıyla, iman ve aşklarıyla bize bugünkü benliğimizi, bir ağacın meyvasını hazırlar gibi hazırlamış olan insanları anlamak için ne yapmıştık? Etrafımızdaki âbidelere, bu güzel şehre, Boğaziçi köylerine ve İstanbul'un ücra semtlerine, onlara dair soracağımız ne kadar çok şey vardı; ve bütün vatan böyle değil miydi?

İşte bundan yirmi sene evvelin gençleri, etrafına toplandıkları, ancak on, onbeş yaş kendilerinden ilerde ustalarını, yumuşak bakışlı ve sabırlı işçi elli fikir atletini dinlerken böyle düşünüyorlardı.”

Klasik zevki hiç bir kolaylığı kabule imkân vermeyen Yahya Kemal'e bir gün portakal ağacından bahsedecek oldum. O bana "Dünyada belki binlerce ağaç vardır, takat aslında ağaç üç dört tanedir: Çınar, kestane, ceviz gibi. Yine binlerce çiçek vardır. Ama yine dört-beş çiçek vardır.

Portakal ağacının altında oturamazsın, gölgesi yoktur. Dibinde gezemezsin, çamurdur. Zaten boyu müsait değildir" cevabını verdi. Bir bakıma hakkı var. Klasik şiirin dışındaki şeyler, hususi notlar, mevsimler veya zevki kökünden değiştiren iklimden gelen şeylerdir.”


Etkilediği isimler arasında çok insanın adı geçiyor ama ben doğrudan kendi keşfim saydığım bir isimden bahsettim: Nihat Boydaş. Prof. Dr. Nihat Boydaş hoca 2002 yılında “Türkçe Bilmeyen Cennete Giremez” isimli bir kitap yayınlamıştı. Bu kitabın ismine ilham veren notları Tanpınar'ın Paris notları arasında yakalamıştım. Hoca ile bir sohbet esnasında bunu dile getirdiğimde aşağıya aldığım satırları neredeyse eksiksiz bir şekilde ezberden tekrar etmişti:

Daüssıla.
Cafe Mahieux'de:
Türkçe konuşmağa başlayınca birinin Kula'lı, öbürünün Muğla'lı olduğunu öğrendiğim birkaç Rum. Biri öbürüne söylüyor:
-Papazın nasihatini sen de hatırlarsın Panayot, Türkçe bilmeyen cennete giremez.
-O eski darbımeseldir. Bana anam da söylerdi.
'İyi ama ben bilmiyordum."


Başlıklarımızdan en önemlisi “Vurgu yaptığı temel kavramlar nelerdir? Zihni daha çok neyle meşgul olmuştur? ” idi. Bu başlık altında uzun uzun sohbet ettik. Alt başlıklarımız şöyle sıralandı:

  • Doğu medeniyetin batı medeniyetine geçiş- Batılılaşma
    Bizi sadece yaptığımız işlerden değil, onların hız aldıkları prensiplerden de şüphe ettiren, mühim ve hayatî meselelerimiz yerine bir şaka denebilecek kadar hafif şeylerle uğraştıran, yahut bu mühim ve hayatî meselelerin mahiyetini değiştirip bir şaka haline getiren bu buhranın sebebi, bir medeniyetten öbürüne geçmemizin getirdiği ikiliktir.”
    (
    Yaşadığım Gibi, 34)
  • Yeni - Eski -Bırak canım, o şüpheleriyle, inatlarıyla övünsün dursun... Hayat yürüyor. Bir gün kervanın dışında kalınca anlar! Bu dünyada yeni diye birşey var! Onu inkâr edenin vay haline! Zorla değiştiremeyiz ya! Sağduyusu kendine mübarek olsun! Biz canlı hayatın peşindeyiz!
    (Saatleri Ayarlama Enstitüsü , 269)
  • Geçmişi yok sayan devrime karşı kültürel bir evrim fikri
    “Bugün umumî hayatımızda herhangi kökten bir ameliyeyi yapabilmek için lâzım gelen şartlardan âdeta mahrum gibiyiz. Bizi değiştirecek şeylere karşı ne bir mukavemet gösterebiliyoruz, ne de ona tamamiyle teslim olabiliyoruz. Sanki varlık ve tarih cevherimizi kaybetmişiz; bir kıymet buhranı içindeyiz. Hiç birini büyük mânâsında kendimize ilâve etmeden her şeyi kabul ediyor; ve her kabul ettiğimizi zihnimizin bir köşesinde âdeta kilit altında saklıyoruz.
    Bir medeniyet bir bütündür. Müesseseleri ve kıymet hükümleriyle beraber inkişaf eder. Onları lüzumsuz bulmaz, şüphe de etmez. Nasıl elimiz, ayağımız, kulağımız bulunduğunu düşünmeden bu uzuvlarla yaşarsak onlarla öyle yaşarız. Hakikî taazzuv da budur.
    Umumî hayat değiştikçe, medeniyet de müesseseleriyle ve kıymet hükümleriyle değişir. Bazan bunların bir kısmını tasfiye eder. Fakat bütün bu değişiklikler insanla beraber olur. Küçük, büyük buhranlar, anlaşamamazlıklar, huzursuzluklar, sıçrayış devirlerinde ihtilâller, teknik terakkiler, keşif veya tabiî inkişaflar bu tasfiyeleri yapar. Garp'ta ortaçağ insanı, rönesans insanı, makine sanayi'i devrinin insanı, bugünün insanı medeniyetiyle, müesseseleriyle beraber teşekkül etmiş şe'nî ve tarihî vakıalardır.
    Biz de eski medeniyetimiz içinde böyle idik. Selçuklular devrinde Anadolu kapılarını zorlayan insanlar, yeni vatanı benimseyen ilk kurucu nesiller, Osmanlı fâtihleri, bütün siyasî düzensizliklerine rağmen bize Itri'nin dehasını ve Nailî'nin dilini veren, zevkimizin o tam inkişaf ve istikrar devri onyedinci asır sonunun insanı elbette birbirlerinden çok farklıydılar.
    Fakat aynı zamanda birbirlerinin devamıdırlar da. Vâni Efendi'de Zembilli Ali Efendi, Zembilli Ali Efendi'de ilk İstanbul Kadısı Hızır Bey, Bursalı ismail Hakkı'da Aziz Mahmud HUdaî, Hüdaî'de Üftâde, Üftâde'de Hacı Bayram, onda Yunus Emre, Yunus'ta Mevlânâ aynı ocağın ateşiyle devam ediyordu.
    Bütün bu insanlar ne kendilerinden, ne de bir evvelkilerden şüphe ediyorlar, hayatı, düşünceyi, kendilerini idare eden değerleri kudsî bir emanet gibi kabul ediyorlar, aralarında nesil farklarını tabiî buluyorlardı.
    Onlar parçalanmış bir zamanı yaşamıyorlardı. Hâl ile mazi zihinlerinde birbirine bağlıydı. Birbirlerini zaman içinde tamamladıkları İçin, gelecek zamanları da, kendi düşünce ve hayatlarının muayyen olmayana düşen bir aksi gibi tasavvur ediyorlardı.
    O kadar ki onsekizinci asırda yaşayan Kul Hasan Dede, onbeşinci asırda yaşamış olan Eşrefoğlu ile, sanki aynı şehirde ve aynı tekkede imişler gibi kavga edebiliyorlar, duygu ve hayat görüşü itibariyle o kadar başka türlü olan Nedim, Fuzûlî'nin bir mısra'ıyla kendi sansüalitesini anlatıyor, birbiri arkasından gelen nesiller, Hallaç'ın haksız yere dökülmüş kanını dava ediyordu. Hülâsa fikirler, imanlar büyük bir aile mirasının torunlarda genişlemesi gibi, aym köklerden dalbudak salıyordu. Hayat, bir ve bütün, insanıyla beraber sürüp gidiyordu.
    Böyle olduğu için de bir yere konan taş, iki üç nesil sonra behemehal bir bina oluyor, insan zamanına girmekle kazandığı şahsiyetini etrafına kabul ettiriyordu.
    İşte Tanzimat'tan sonraki senelerde kaybettiğimiz şey bu devam ve bütünlük fikridir.”
    (Yaşadığım Gibi, 35)

    Ben bir oluşun parçası, yarın ortaya geçecek son halkasıyım. Zinciri tanımazsam olur mu?”
    (Yaşadığım Gibi, 321)
  • Aşk
    Sevdiğim bir muharrir "Aşk, ölümün gülümseyen yüzüdür" der. Bu mes'ut cümleyi her hatırladıkça, onu kendim söylememiş olduğuma müteessir olurum. Çünkü, bu iki mefhumdan birini, ötekini hatırlamadan hiçbir zaman düşünmedim; hattâ onlar benim için eş doğmuş mefhumlar değil, birbirini tamamlayıcı yegâne hakikatlerdir.”
    (Yaşadığım Gibi, 134)


    “Aşk bize münferit ve dağınık dünyayı bir bütün halinde verir; zekâyı ihsasların yalancı cennetinden ve dar müfredatından, aklın gülünç ve sıkışık hesaplarından kurtararak bir ebediyetin aynası yaptığı içindir ki, biz onun vasıtasıyla arızî olan her şeyi yeneriz.”
    (Yaşadığım Gibi, 134)

    Aşk psikolojisinin en dikkate değer taraflarından biri de mevzuunu tanımadan başlamasıdır; onun için her aşk, devamı boyunca bir yığın lezzetli keşifler silsilesi olur. Gülerken, konuşurken, hiddet veya hüzünde bu küçücük insan vücudu daima bizim için yenidir ve her kımıldanışında, kâinatla her temasında yepyeni hayranlık imkân ve vesileleri verir.
    Bugün onun ellerinin istisnaî güzelliğini daha yeni fark ederiz, yarın boynunun mustarip melek inhinasını şimdiye kadar görmediğimize şaşarız, bir başka zaman küçük bir yolcu arabasının ayaklarımızın ucuna düşen aynadan süsünde, yalnız bir ucundan gördüğümüz dudak ve çenesinde, bütün bir san'at eseri güzelliğini ve uzaklığını bularak kendimizi körlükle itham ederiz. Bir başka vakit, gözlerinin rengi ve alnının biçimi, bakış tarzı bizi imkânsız ve sim meçhul hazlar içinde bırakır.
    Hülâsa, bir yıldız kasırgasında ve büyülü bir terkip halinde tanıdığımız ve sevdiğimiz mahlûku, yavaş yavaş çok şaşırtıcı bir coğrafya gibi keşfederiz. Kadın ruhunun methedilmekten hoşlanması ve en devamlı aşklarda bile buna kıymet vermesi ve yokluğundan şikâyet etmesi bu küçük dikkatlerde aşkın mühim bir tezahürünü sezmesinden gelir.
    Bu dikkat ve hayranlık sadece mükemmel ve güzel olan teferruatta duyulmaz, ahenksiz olan taraflar dahi aynı suretle taziz edilir. Hattâ Marcel Proust'un dediği gibi bazen sevdiğimiz vücutta bizi en çok bağlayan noktalar, belki de bu mükemmeliyetten uzak olan şeylerdir Bu zaaf noktalandır ki mukabili olan şefkat ve merhamet duygularıyla perestiş hislerimizi takviye ederler.”(Yaşadığım Gibi, 131)

    “Nasıl severiz? Filozoflar ve fizyoloji âlimleri bu muammayı halletmeye istedikleri kadar çalışsınlar; bizim için esas olan, hilkatin bu mevhibesini, bu büyük ve cömert kudreti kanımızda taşımamızdır.
    İhtimal ki o alelade bir tesadüfün derinleşmesi, etrafa kök, budak salmasıdır; ihtimal ki çocukların zıpzıp oyununa benzeyen diğer tesadüflerden çok başka türlüdür. Ve arkasında irsiyetin, cinsin, bin türlü bilinmez, çetrefil muayyenleri saklıdır ve biz dinlerken ürperdiğimiz bir seste veya dalgın bir hayranlıkla temaşasına koyulduğumuz bir çehrede tanımadığımız bütün bir cedler silsilesinin, asırlarca süren bir irsiyet istifasının güzellik, hasret ve rüyasını tatmin ederiz. Bunun gibi o, şüphesiz tabiatta mevcut hayat ve yenileşme iradesinin gizli bir tuzağı da olabilir. Fakat herhangi şekilde de olsa biz, istikrarı, bütün bu olan ve olurken değişen ve ademin girdabına doğru giden akıcı selden bir an dışarıya fırlamamız imkânını, zaman denen sarhoş devi saçlarından yakalayıp kendimize muti kılmamız fırsatını hep onda buluruz; ferdiyetimizi onunla idrak eder, imkânlarını onunla yoklarız.
    Günlerin çamurunu bir elmas yığını haline koyan, tenin cifesini ilâhî bi şafağın aydınlığında yıkayan, ademin meyvası olan ruhu, bir ezeliyet şarabı haline getiren odur.
    O, ruhun muayyeniyet kazanması için biricik nizamdır. Ve bizi ömrümüzde bir defa ve bir tek insan için ziyaret eder ve bir defa kodlandıktan sonra unutulmayan bir gül gibi bütün bir Ömrü lezzet hatırasiyla doldurur. Veyl o ânı kaçıranlara!..
    Onlar, arzunun cehenneminde, şifasız bir boşluğun kırbacı altında bütün ömürlerince sürüneceklerdir. Hayat onlar için mânâsız bir seyahat, ölüm sadece bir yokluk korkusudur.
    Don Juan'ın bütün eksikliği buradadır. Hayat ve ihsasların kadehini birbiri ardınca boşaltan ve daha birini bitirmeden öbürüne saldıran bu kahramanın mağrur susuzluğunu, belki de bir keyfiyet yokluğunun bir kemiyetle hiçbir zaman telâfi edilmeyeceğini anladığım için olacak, hiç kıskanmadım. O, bütün ömrünce, her boşalttığı kadehin dibinde aynı gül rengi ifritin alaycı gözleriyle karşılaşmaya mahkûmdu. Hakikaten, bütün kadınları, bütün içkileri ve bütün lezzetleri bir ömür boyunca ve birbiri ardınca tatmaktan ne çıkar? "Bu olsa olsa, bir ormanın bütün ağaçlarını teker teker tanımaya benzer." Bize bu sayışın ilâve edeceği hiçbir şey yoktur.
    Böyle bir seyahat hiçbir susuzluğu teskin etmez, sadece hilkatin en cibillî âfetini, korkunç ifrit can sıkıntısını her adımda karşımıza çıkarmış olur, her adımda bir mücevher diye koşup elimize aldığımız parıltının, omuzlarımızın üstünde esen bu siyah rüzgârla bir yığın toprak haline geldiğini görürüz ve bu acı tecrübe ile ademin kapısından geçeriz. Ölmeyiz, can sıkıntısı bizi yutar.
    Şüphesiz ki ihsaslar ve mukadder akıbetin yanıbaşımızda her an bulunuşu, bizi zamandan istifadeye davet eder. Fakat bu davete bu tarzda icabet, bizzat zamanı muti kılacağı yerde, onun mahkûmu olmamız demektir.
    Bir kere bunu anladık mı, o zaman hakikî varlığımıza ereriz.”(Yaşadığım Gibi, 135)

  • Tarih
    Doğrusu istenirse, Tanzimat'tan beri yetişenlerin çoğunda hemen her hareket, gürültülü ve sessiz bir istifa, bir nevi tövbekârlık, kendi kendini inkârla sona erer. Yahut şahsiyet tam bir dargınlık içinde veya kısır bir şüphede kendisini tüketir. Fikret ile Cenab'ın akıbetleri! Bir nevi terk-i saltanata benzeyen prensip fedakârlıkları ise burada sayılamayacak kadar çoktur.”
    (Yaşadığım Gibi, 38)
  • MimariDoğrusu istenirse Müslüman şark, hiçbir zaman, hiçbir yerde bizde olduğu kadar güzel, zevkli ve ölçülü olmadı. Yunan nisbetiyle Roma azamet ve şevketini âdeta pür rönesans bir zarafetle hiçbir mimarî bizimki kadar doyurmadı. Mistik felsefe ve din pek az yerde, hayatı çürütmeden onunla bu kadar yakından birleşmiştir. Mûsikîmizin ruh cünbüşü, eskilerin tabiriyle şevki de aynı şeydir. Taş, duvar, yaldızlı yazı, nağme ve şiirin bütün hayatın malı olduğu çok nâdir ve özlü medeniyetlerden birinin sahibiyiz.
    (Yaşadığım Gibi, 172)

    Yıldızlı saçağı, oymalı pencere pervazını taşa nakletmekle, taşla yapılan tezyinatı alçı veya betona nakletmek arasında fark yoktur Böyle bir şey yapabilmek için ilk devirlerin safiyeti, hatta inşa ve tezyinat usûllerinin dinî bir hüviyet sahibi olması lâzımdı. Taşın salâbeti ister istemez başka bir nizamda bir düzenleme, süs ve çalışma isteyecekti.
    İşte Tanzimat İstanbul'a devlet eliyle bu karışık anlayışı getirdi. Bunların içinde Aziz devrinin cephesi greko-romen taklidi karakollarıyla, Taksim'deki yıkılan kışlanın Endülüs usûlü kule ve pencereleri, Kuleli mektebinin Venedik sarayı tarzı dikkat edilecek noktalardır.
    Böylece iç avluya veya bahçeye açılan geniş kemerli kapı yerine, iki taraflı, geniş sahanlıklı merasim merdivenini almakla, sütunu iç revak yerine cephede kullanmakla bir zevkin hudutlarından öbürüne geçmiş oluyorduk. Gerçekte ise bu zevk değişikliği İkinci Mahmud'un şahlanmış at üstünde resmini yaptırdığı gün başlar. Çünkü eski merasimde şahlanmış at yoktur, hatta hareket yoktur. Sükûn ve sükûnet vardır. Avludan divan ve sofaya geçilir, orada sakin, vakur baş eğilir. Saçak öpülür, konuşulurdu. Ferman, hutbe gibi minberden okunurdu. Şimdi ise hükümet konağının veya kışlanın önünde toplanılacak, içeriden merasim elbiseleriyle devleti temsil eden şahıs çıkacak, yüksekten kalabalığa hitap edecekti. Bu bastonun, merasim kılıcının, ayakta karşılama ve kabulün binasıydı.
    Yaşadığım Gibi (s:187)

    “Yeni mimarînin kudretine ve faziletlerine inananlardanım. Bugüne ait her şey benim için bir davadır; çünkü yaşadığm zamanı severim. Bugünkü mimarîye gelince, ayrı malzeme ve ayrı imkânlarla ortaya çıktığı için oradaki ihtilâlin çok esaslı olduğuna kani'im. Aynca mimarlarımızın çalışmalarını da yakından bilirim. Elbette günün bîrinde bize ait bir üslûp doğacaktır.
    Fakat bu tecrübeyi tarihin malı olan bir meydanda yapmayalım. Her kadın mücevheri sever, fakat kendi kulağını kestirip yerine elmastan bir kulak veya benzeri kıymetli bir süs takmasını isteyecek kadın yoktur.”
    (Yaşadığım Gibi, 201)

  • Estetik-Sanat-Şiir-Edebiyat-Müzik
    Dede Korkut Hikâyeleri, iki asır evvel moda olsaydı, şüphesiz Türk edebiyatı değişirdi. Fakat şimdi bir nev'i dert oldu. Herkes Korkut Ata gibi konuşmağa çalışıyor. Korkunç şey bu... 14. asrın diliyle konuşmak, beyaz beyaz, burcu burcu, kıvıl kıvıl, pırıl pırıl... Ne oluyoruz Allah aşkına... Şöyle sağlam, yerinde, yazanın okur yazar bir insan olduğundan bizi beyhude yere şüphe ettirmeyecek bir dille konuşup yazı yazmayacak mıyız?”
    (Yaşadığım Gibi, 327)

    Şiir diye insanlığın tanıdığı, seçtiği, ayırdığı ve unutmadığı bir şey de var dünyada... O, duruyor, gelişiyor, daima kendi eşi olan soyunu yaratıyor. Ve bu şiirin de her dile göre kaideleri ve hususiyetleri var. Mevcut olması için onları arıyor ve istiyor. Şiir dilin çiçeğidir.
    Şu halde, siz kafiyeye, vezne, hattâ şekle bir zaruret gibi bakıyorsunuz.
    Onlar oyunun şartlarıdır. Yani işin içinde ve esâsında mevcut şeyler. Hiç oyun oynayan çocukları seyretmediniz mi? Nasıl kaidelere riayet için kıyamet koparırlar. "Kardeşim olmadı..." diye birbirlerini yerler. Aksi takdirde kendilerini veremezler işe de onun için. Çünkü oyun oynadıklarını bilirler. Onun ciddiyetine inanmak, o zahmete katlanmak için gizli mukaveleye riayet ederler. San'at da oyun gibi içtimaî bir mukaveledir.
    Yaşadığım Gibi (s:316)


    Asıl estetiğim Valery'yi tanıdıktan sonra teşekkül etti. (1928- 1930 yıllarında). Bu estetiği veya şiir anlayışını rüya kelimesi ve şuurlu çalışma fikirleri etrafında toplamak mümkündür. Yahut da musikî ve rüya. Valery'nin "Velev ki rüyalarını yazmak isteyen adam bile azami şekilde uyanık olmalıdır" cümlesini "en uyanık bir gayret ve çalışma ile dilde rüya halini kurmak" şeklinde değiştirin, benim şiir anlayışım çıkar.”
    (Yaşadığım Gibi, 351)


    “Türk musikîsinin son zamanlardaki talii çok gariptir; bir bakıma göre, bu musikî cemiyetimiz içinde bu derecede geniş bir yayılma devrini hiç tatmamıştır. Tanzimat'a gelinceye kadar daha ziyade hususî vasıtalarda inkişafını yapan bu musikî, bilhassa Abdülaziz devrinden itibaren kahvelere girerek yayılmış, daha sonraları gramofon ve radyo vasıtasiyle halk arasında mutlak bir inkişaf yapmıştır. Bu suretle hitap ettiği zümrenin genişlemesi ile kazandığı rağbete mukabil kendisini tutan zevk seviyesinin karışık olması ve düşüklüğü dolayısıyla mahiyetini ve asaletini gitgide kaybetmiştir.
    Kendisiyle meşgul olacak, sanatkârını yetiştirecek, zevk seviyesini muayyen bir hadde tutacak bir müesseseden ve himayeden mahrum olan her san'at için bu akıbet tabiîdir.
    Şimdi. İstanbul bahçelerini ve bütün memleket peyzajını zaman zaman zevksiz ve seviyesiz bir neşe veya âdeta mihaniki bir melal ile dolduran ve bir kaç mevsim her zevk sahibini rahatsız ettikten sonra yerini kendinden daha korkuncuna terkedip kaybolan o tatsız, tutsuz moda şaheserleri, onları birbiri ardınca vücuda getiren ustaları, fazla rağbet uğruna dünyanın en asıl san'at ananelerinden birini en değersiz bir seviyede devam ettiren muganni ve muganniyeleri, bestkârlanyla bu san'at, ancak ârâzındaki şiddete hayret edilebilecek bir inkırazı göstermektedir.
    Nadiren yetişen bazı muvaffak eserler bu umumî manzara içinde kendilerini gösteremeden kayboluyor, üstelik imkân verilse hakikaten bir yıldız olacak saz ve ses istidattan da kendilerini feda edilmiş görüyorlar.
    Halbuki Türk musikîsi böyle bir akıbete hiç de lâyık değildi. O, büyük bir cemiyetin, çok sıhhatli bir hayat aşkının ve derin, huzursuz, her an ebediyetin muammasını çözmek için sabırsızlanan bir ruhun mahsulüydü. Onu asırlar boyunca bütün bir zevk, hayatı bizden başka zaviyelerle gören, fakat her san'atın gayesi olan büyük zirveleri hedef olarak seçmiş, incelmiş, emsalsiz bir mücevher gibi yontulmuş, nadide bir zevk vücuda getirmişti. Buna rağmen böyle oldu ve bizi yapan, mazideki benliğimizi vücude getiren büyük isimler, büyük eserler ya kayboldular, veyahut da çözülmez birer bilmece haline geldiler.
    Şimdi onu kendi cevherinde görmek ve tanımak istiyenler âdeta arkeolojik zahmetlerle üzerindeki tufeylî yığınını kaldırmaya, zaman ve ihmal tozunu silmeye, yani, daha doğrusu bu arzudan vazgeçmeye mahkûmdur.”
    (Yaşadığım Gibi, 361)


    Her san'atın cins tarafı birbirine benzer; Fuzulî'yi, Nef'î'yi hakikaten sevip anlayan bir muasır, ondan Avrupa şiirine, Goethe'ye, Shakespeare'e çok kolay geçebilir. Behzad'ı veya şakirtlerini tanıyan elbette ki bir Watteau'ya herhangi bir resim terbiyesinden mahrum insandan daha çabuk ve zahmetsizce erişir. Dede Efendi ile beslenmiş bir ruh için ise Bach sadece bir kardeştir. Halbuki pes-zinde piyasa şarkısından bu köprü vazifesini hiçbir zaman bekleyemeyiz. Eski musikîmiz bir medeniyetin zinde tarafının mahsulü, bugünkü mahsulleri ise içinden sıyrıldığımız bir âlemin çürümüş taraflarının son filizleridir. Birisi öbürünün yerini elbette ki tutamaz.”
    (Yaşadığım Gibi, 364)

  • Şehir
    Bazı isimler ve beyitler de yaşamış oldukları şehrin gece saatlerine öylece hâkimdirler. Şahsa ait sokak ve semt isimlerinin muhayyelemizde hakikî hüviyetini alması için gece saatlerini beklemek lâzımdır. Gündüzleyin bizim için sadece Vefa olan semt, geceleyin Şeyh Vefa Efendi olur.”
    (Yaşadığım Gibi, 160)
    “Bir şehirde hatıralar ve tarih yalnız kitaplarda yaşarsa, o şehir kendi zamanlarını kaybetmiş demektir. Çünkü asıl canlı hatıralar, zamanla kutsîlik kazanmış, tılsımın usta eli dokunduğu için canlanmış, ruh sahibi olmuş maddenin taşıdığı hatıralardır.”
    (Yaşadığım Gibi, 197)


    Sis, ameliyesini aydınlığın üzerinde yaptığı için olsa gerek biraz da zihnin hallerine benzer. Onun için daima muhayyeleyi gıcıklar. Görüş plânlarımızı altüst eder, eşyayı değiştirir, aralarına acayip mesafeler koyar, onları tabiî halde tanımadıkları bir yalnızlıkta karşımıza çıkarır. Hülâsa, san'atın büyüsünü, yahut nizamını günlük hayatımızda kurar. Onunla karşılaşınca ister istemez bir çeşit yaratmaya mahkûm oluruz. Hangi İstanbul'lu sisli mevsim sabahlarında veya geceleri yatağında o acı düdük seslerini dinlerken az çok şâir değildir?”
    (Yaşadığım Gibi, 238)



    “Niçin Bursa'yı bu kadar seviyoruz? Bu sevgi hayatın dışında bir oyun mudur? Kendimize bir güzellik dini, geçmiş zaman kokulu bir âlem, çinilerden, su seslerinden, kemer ve oymalardan, eski kumaşlardan ve geçmiş modalardan, isim ve hatıralardan bir dünya yaratıp onun içinde, o yapma cennette bir takım zihnî uyuşturucular veya coşturucularla yaşadığımız zamandan uzakta sarhoş olmak mı istiyoruz?
    Böyle bir şüpheyi taşıyanlar elbette yanılırlar. Ne Bursa, ne de eski zevkimiz ve san'atianmız bizim için bu cinsten bir afyon hokkası değildir. Bursa'ya zamanımızın gürültüsünden uzaklaşmak, bir hamam kubbesi çınlayışında kendimizi kaybetmek için gitmiyoruz. Eskiyi zorla san'atkârca bir rüya temini için sevenlerden değiliz.
    Zaten şiir ve san'at, hiçbir zaman bu cinsten bir oymalı lâhid uykusu, yahut fildişi kule rüyası olmamıştır. Onun rüyası daima en verimli ve devamlı hareket, daima yaratıcı ve kurtarıcı hamledir. Çünkü asıl hareket dışta değil, ruhtadır. Dışarda seyrettiğimiz, bizi çabuk, beklenmedik gelişmeleriyle, kudretiyle o kadar şaşırtan, hatta zaman zaman büyüklüğüne hayran eden şey, ya bu içerdeki itişin bir aksi, iş halinde tercümesidir, yahut da onun yokluğu, o şifasız ruh fakirliği yüzündenvküçük realiteler tarafından zaptedilmenin, onlara kapanmanın, onlar üzerinde küçük ve miskin hülyalar kurmanın kendisidir.”
    (Yaşadığım Gibi, 215)

  • DikkatZihnin hazmı konuşma ile oluyor. Biz düşüncelerimizi başkalarının dikkatinde, başkalarının kayıtsızlığında veya hiddetinde, hattâ zulmünde yaşarız.
    Yaşadığım Gibi (s:274)

    -Sizce dehânın miyarı nedir?
    -Dikkat... İnsan dikkatidir. Dikkati nisbetinde büyüktür, kuvvetlidir. Çünkü dikkat bize, eşyanın ve kendimizin kapılarını açar.
    (Yaşadığım Gibi, 319)
    Benim için san'atta, ilimde her şeyden evvel dikkat esastır. Daha büyülü kelime bilmem.”
    (Yaşadığım Gibi, 331)
  • Eğitim-Gençlik

    Bizim orta okullarımız, liselerimiz bazı sergilerde boşuna işleyen makinalara benzer. Yani mücerrette çalışırlar. Çocuk 7 yaşında ilkokula başlar, 21'de yahut 25'de faydasızı ciddiye almak kabiliyetine göre üniversiteyi bitirir. Daha 1870'den evvel Bismarck lise mezunu proleterlerinden bahsediyordu. Biz şimdi onun bu alayının ikinci safhasında, yani devlet memuriyetinin dışında içtimaî fonksiyonu olmayan işsiz kalabalığı karşısındayız. Bu vakıa, önüne geçemezsek, yarın Türkiye'yi kökünden sarsacaktır. Bu o kadar gözle görülür bir hakikattir ki söylemekle hiçbir keramette bulunmuyorum.”
    (Yaşadığım Gibi, 294)


    Gençlerimiz ihtirassız, hatta heyecansız; gençlik bir takım meselelere açılmak, onları hararetle yaşamaktır. Boşlukta ne san'at eseri, ne de fikir olur. En dışımızda görünen bilgi bile içimizde yaşayan bir azap şeklinde olmalıdır. Mektep bitirmek için mektep bitirilmez. Her genç enginde bir gemi gibi her an kendi kendisine (ben neyim) -(niçin buradayım)- (Ne yapmak istiyorum) sualini sormalıdır. Bunu yapmayan genç hiçbir zaman genç olamayacak bir ihtiyardır. Yani ölü olarak yaşamayı kendiliğinden kabul etmiş demektir.”
    (Yaşadığım Gibi, 333)

  • Semboller : Zaman – Rüya - Gece
    Kimbilir belki de, ölümün sırrına sahip olduğu söylenen sihirbaz ay, bu yeraltı güneşi, bir mucize ile geçmiş zamanın derinliğinden bir takım gölgeleri çekecek ve güneşle yontulmuş küçük mücevher muayyeniyetlerinde ideal bir tanbur kâsesi gibi aksisadanın uyukladığı Bebek, Kanlıca, Büyükdere koyları tekrar unutulmuş saz sesleriyle dolacaktır.
    Niçin olmasın? Madem ki şâir: “Velhâsıl o rüya duruyor yerli yerinde” diyor, biz de rüyalarımızın kaybolmadığına inanabiliriz. Her yalanda bir hakikat parçası vardır, derler. Arkasında insan muhayyelesinin velûd mekanizması çalışan şiirin yalanı ise daima, hakikatin kendisi olmasa bile, mutlak ve bir ebediyet için mahfuz çehresi olmuştur.”
    (Yaşadığım Gibi, 161)


    Gece, gece, hülyalarımızın büyük ve ebedî mimarı! Sen ebediyetin sonsuz yüzü, ölümün munis kardeşisin; onun içindir ki ruhuna sahip her insan, kendisini ancak seninle ve sende tamamlanmış bulur.
    (Yaşadığım Gibi, 162)
    “Aydınlığı, vuzuhu herkes gibi severim; hayatı yapan şüphesiz ki onlardır. Fakat hakikî rüyası olan her şeyde karanlığın bir hissesi vardır. Gölgesini aydınlıkta bile yanısıra gezdiren insanoğlunun yan tarafını karanlık, esrarengiz gayrişuur yapan asıl hazine, bizi kâinat dediğimiz büyük manzumeye ithal eden bağların mecmuası karışık ve mufassal benliğimiz onda saklıdır. Bunun içindir ki bilhassa sanat, karanlıktan kendini kurtaramamış, hatta nâdir olarak elde ettiği gölgesiz aydınlıklar bile bizzat vuzuhun şiddetiyle hiç olmazsa gözlerimizi kamaştırmıştır.”
    (Yaşadığım Gibi, 158)

  • Hakikât - Realite - Gerçeklik Algısı
    Bakın Hayri Bey, ben karar verdim, beraber çalışacağız bundan sonra... Onun için anlaşmamız lazım. Realist olmak hiç hakikati olduğu gibi görmek değildir. Belki onunla en faydalı şekilde münasebetimizi tayin etmektir. Hakikati görmüşsün ne çıkar? Kendi başına hiçbir mânâsı ve kıymeti olmayan bir yığın hüküm vermekten başka neye yarar? İstediğin kadar uzatabileceğin bir eksikler ve ihtiyaçlar listesinden başka ne yapabilirsin? Bir şey değiştirir mi bu? Bilakis yolundan alıkor seni. Kötümser olursun, apışır kalırsın, ezilirsin. Hakikati olduğu gibi görmek... Yani bozguncu olmak... Evet bozgunculuk denen şey budur, bundan doğar. Siz kelimelerle zehirlenen adamsınız, onun için size eskisiniz dedim. Yeni adamın realizmi başkadır.”
    (Saatleri Ayarlama Enstitüsü, 213)

    -Aman beyefendi, dedim, hangi artist, hangi büyük...Arz ettim, sesi çirkin, sonra kabiliyetsiz... sonra cahil. Daha İsfahanla Mahuru, Rastla Acemaşiranı birbirinden ayıramıyor. Hayır, imkansız... Belki başka bilmediğim meziyetleri vardır. Belki, ne bileyim şahsen güzeldir, yani değildir amma, söz gelişi diyorum, güzel olur da ben farketmemiş olabilirim. Fakat o sesle musıkisi begenilsin! Buna imkan yok. Kulağı yok efendim, hiç yok. Sesleri ayıramıyor.
    ../..
    -Güzel olamaz, dedi. Güzelden anlıyorsunuz. Hayatınızı artık biliyorum. Siz güzel kadından anlıyorsunuz. Fakat sanattan, bugünün sanatından anlamıyorsunuz. Evvela bu bir kalabalık işidir. Kalabalık neyi sever neyi sevmez? Bunu kimse bilemez. Sonra bu mesele ümitsiz bir kalabalığın işidir. Siz de bilirsiniz ki zevk denen yüksek şeyin bizim içimizde içgüdüden kolaylığa kadar giden bir yığın karşılığı vardır. Zevkten ümit kesildi mi onlara kolayca teslim oluruz. İşler karışınca zevkten ümit kesilir. Musıki denince herkes, evvela "Hangi musıki?" sualini kendisine soruyor. Bu sual bir kere soruldu musizin zevk, üslup dediğiniz şeyler yoktur artık. Sonra kulağın herkeste ayarı bozuldu. Radyo devrindeyiz. Musıkiyi nadir bir şey gibi dinlemiyoruz. O, romatizma, nezle, para sıkıntısı, harp ihtimali, çok geçimsizlik gibi günlerimizin tabii arkadaşı oldu. Bu işe bir de kalabalığı ilave edin... Hayır, ben eminim ki bahsettiğiniz hanımefendi bir kaç gün içinde yepyeni bir şöhret olarak İstanbul'u fethedebilir. Bakın! Vaziyet çok müşkül olurdu, şayet baldızınız hanımefendi batı musıkisine merak sarsaydı. Çünkü onu hakikaten yıllar boyu öğrenmek lazım.
    Bir müddet yüzüme baktı. Hakikaten afallamıştım.
    -Bu meselelerde herkes işin alayında... Farkında olmadan alayında. Burasını anlamıyor musunuz?
    -Hangi alay? Çıldırıyorlar...
    -Tabii... Hayatlarına biraz duygu, istisnai zamanlar katmak istiyorlar. Herkes kendi boşluğunu bir parça duygu ile doldurmak kendini süslemek istiyor, fakat musıkiden o kadar anlamıyorlar ki, şarkıları güfteleri için seviyorlar. Zavallı Hayri Bey, siz garip bir adamsınız. Sizin bahsettiğiniz ölçüler geçmiş zamanda kaldı. Onlar, hani şu demin söylediğiniz, ustadan ustaya mektuplardı. Şimdi artık o klasik devirde değiliz. İsfahanla Acemaşiranı birbirinden ayırmak kimsenin aklından geçmez. Siz bana söyleyin, kimi taklit ediyor?
    -Meşhurların hemen hepsini... Fakat hepsini aynı sesle, aynı makamdan, aynı şekilde söylüyor...
    -Demek son derece şahsi! Mesele halloldu. Orijinal ve yeni... Dikkat edin, yeni diyorum. En büyük harflerle yeni! Yeninin bulunduğu yerde başka meziyete lüzum yoktur. Şimdi seçilecek yol kaldı, Halk musıkisi mi Alaturka mı? Yoksa alafrangaya kaçan halk musıkisi mi, yahut hal musıkisine kaçan alafranga mı?... Amma bunu burada, bu masa başında pek kesip atamayız. Fakat öyle sanıyorum ki, sesin bahsettiğiniz meziyetlerine göre -Halit Ayarcı burada yüzünü buruşturdu ve parmaklarıyla çok adi bir kumaşı yokluyormuş gibi bir hareket yaptı- daha ziyade alafrangaya kaçan bazı mahalli halk türkülerinde muvaffak olacaktır... Evet öyle tahmin ediyorum. Meğer ki Türkçe tangoyu tercih etsin! Yahut bazı şarkıları...
    Yüzüme dalgın dalgın baktı:
    -Evet, bütün mesele burada. Siz teşebbüs fikrinden mahrumsunuz. Sonra idealistsiniz. Realiteyi görmüyorsunuz... Hulasa eski adamsınız. Yazık, çok yazık! Biraz realist olsanız bir parça, ufak bir miktarda, her şey değişirdi.
    (Saatleri Ayarlama Enstitüsü, 211)



    Amma bir yanlış yapabilirdim, her şey berbat olurdu.
    Bir kahkaha savurdu.
    - Yapsanız ne çıkardı? Hatâ denen şey yoktur ki zaten... İyi anlayın! Farz ediniz ki hakikaten bir yanlış yaptınız! Oradan yürürüz ve doğruya çıkarız. Hata denen şey tashih etme budalalığında bulunanlar için mevcuttur. Bizim için değil... Biz onun varlığını kabul ettiğimiz andan itibaren her türlü hatanın üzerindeyiz. Hayır, Hayri Bey, hayır, yanlış yoktur ve olmaz da. Bütün mesele bir vaziyeti iyi hazırlamaktır. Ve insana itimattır.”
    (Saatleri Ayarlama Enstitüsü, 324)

  • Ölçü – Değer
    “Hayata inanmak lâzım Hayri Bey. Siz hayata değil, Acemaşirana inanıyordunuz...”
    (Saatleri Ayarlama Enstitüsü, 216)

Bir sonra ele alacağımız yazarı KEMAL TAHİR olarak tespit ettik. Onu da tanımaya çalışırken buradakine benzer başlıklar altında kitaplarından iktibaslar yapmayı planlıyoruz.

21 Eylül 2011
S. Cenap Baydar