8 Ekim 2012 Pazartesi

"Inception" Notlarım ve Çağrışımlar

Internette Christofer Nolan'ın "Inception" filmi hakkında yazılmış uzun uzun değerlendirmeler, yorumlar bulunuyor. Bu yazılanları tekrarlamadan bu insanı derin düşüncelere sevk eden filmle ilgili orjinal olduğunu düşündüğüm tespitlerimi kayda geçirmek istedim.

Önce, filmde yakaladığım bazı mitolojik ve dini referanslardan bahsetmek istiyorum.

Ariadne

Filmde Ellen Page tarafından canlandırılan Ariadne karakteri, doğrudan Yunan mitolojisinden alınmış. Ariadne, Zeus'un torunu. Zeus ve Europa'nın oğlu Girit Kralı Minos ile Güneş-Titan Helios'un kızı Kraliçe Pasiphae'nin kızı. Filmle bağlantısı ise Ariadne'nin "labirentin sahibesi" yahut "labirentin tanrıçası" diye anılması. Filmde de Ariadne, labirenti tasarlayan kişi olarak gösteriliyor. Aslında mitolojik hikayenin filme oturan tarafları da dikkat çekiyor. Hikâyeye göre Girit’te hüküm süren güçlü kral Minos, deniz tanrısı Poseidon’dan ona kurban etmek üzere bir boğa vermesini ister. Posedion boğayı Minos’a verir. Fakat hayvan, Minos’un hoşuna gider ve Minos, verilen boğa yerine başka bir boğayı kurban eder. Poseidon bunu fark ettiğinde çok sinirlenir ve Minos’un karısını boğaya âşık eder. Minos’un karısı Pasiphae, bu boğadan,  boğa başlı, kuyruklu ama insan bedenli Minotor isimli canavarı doğurur. Minotor herkese zarar verdiğinden Daidalos isimli bir mimara Labyrinthos adlı, içinden kimsenin çıkamayacağı bir yapı inşa ettirilir ve minotor oraya kapatılır.

Girit Kralı Minos, oğlu Atina'da öldürüldükten sonra Atina'ya saldırır. Atinalılar, saldırının durması karşılığında, her dokuz yılda bir, yedi genç erkek ve yedi bakire kızın Minotor'a kurban edilmesini önerirler ve önerileri kabul edilir.

Theseus kurban edilecek erkeklerden biri olarak seçilince, kaderine boyun eğmek yerine Girit'e gidip Minotor'u öldürmeye karar verir. Ariadne Girit'de Minotor'a verilecek kurbanları ziyaretinde Theseus'a aşık olur. Evlilik sözü karşısında Theseus'a, labirentte yolunu bulması için bir ip yumağı verir. Theseus bu ipi labirentte ilerlerken arkasında bırakarak yolunu bulur ve Minotor'u öldürür.

Filmi seyredenler, efsane ile film arasındaki paralellikleri hemen farkedeceklerdir. Labirentin "sahibesi" Ariadne filmde de Cobb'un ve ekibinin, kendi tasarladığı labirentte yollarını bulmalarına ve Cobb'un kendi Minotor'u haline gelen Mal'u öldürmesine yardım ediyor.


Yusuf

Filmde Dileep Rao tarafından canlandırılan Yusuf karakteri de hiç şüphe bırakmayacak şekilde Hz. Yusuf'a bir gönderme yapıyor. Hz. Yusuf aleyhisselama verilen mucize bilindiği üzere rüya tabir edebime kabiliyeti. Rüyaların genel olarak Hz. Yusuf kıssasında önemli bir yeri bulunuyor. Bu kıssa küçük farklılıklarla Kur'an-ı Kerim'in yanısıra İncil ve Tevrat'da da geçiyor. Kuran-ı Kerim'in 12. suresi olan Yusuf suresinin 4. ayeti  ile başlayan kısım şöyle:

(4) Hani Yûsuf babasına, "Babacığım! Gerçekten ben (rüyada) on bir yıldız, güneşi ve ayı gördüm. Gördüm ki onlar bana boyun eğiyorlardı" demişti. (5) Babası, şöyle dedi: "Yavrucuğum! Rüyanı kardeşlerine anlatma. Yoksa, sana tuzak kurarlar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır." ﴾6﴿ "İşte Rabbin seni böylece seçecek, sana (rüyada görülen) olayların yorumunu öğretecek ve daha önce ataların İbrahim ve İshak'a nimetlerini tamamladığı gibi sana ve Yakub soyuna da tamamlayacaktır. Şüphesiz Rabbin hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir." ﴾7﴿ Andolsun, Yûsuf ve kardeşlerinde (hakikati arayıp) soranlar için ibretler vardır. 
Burada özellikle son ayetteki "Yûsuf ve kardeşlerinin hikâyesinde (hakikati arayıp) soranlar için ibretler vardır." ihtarı beni çok heyecanlandırdı... Hakikat arayıcılarının yolu, sanki bir şekilde rüyalar alemine uğruyormuş gibi görünüyor.

Totem

Kahramanların gerçeklik hissini kaybetmemek için tutundukları nesnelere totem ismi verilmesi bence oldukça dikkat çekici zira "totem" aynı zamanda pagan Afrika kabilelerinin tapındığı putlara verilen isim. İçiçe katlanarak çoğalan rüyalar aleminde "gerçeklik hissinin" kaybolması çok kolay görünüyor. Leonardo Di Caprio'nun oynadığı Cobb karakteri gerçekliğe, intihar eden eşi Mal'un şuurlu bir şekilde unutmayı -inkârı- tercih ettiği totemi üzerinden bağlanıyor. Halbuki filmde totemlerin taklit edilememeleri açısından şahsi ve mahrem olması gereği vurgulanıyor. Burada hangi rüya katmanında olursak olalım bağlanacağımız bir hakikâte, bir referans noktasına sahip olmanın akıl ve ruh sağlığımız açısından önemine dikkat çekilmiş. Bizi sarmalayan "çoklu gerçekliklerin" bize sundukları alternatifler ne olursa olsun "hakikati" bulmak için güveneceğimiz  manipüle edilmemiş bir mizan, bir terazi ihtiyacı söz konusu.

Aynalar

Filmde iç içe aynalar yardımıyla sınırlı bir alanda sonsuzluk illüzyonunun  yaratılması motifini görünce aklıma Risale-i Nur'da yıllar önce bu misalin aynısıyla  karşılaştığım geldi. Dönüp o metni bulunca hayretim iyice arttı. Çünkü Bediüzzaman aynaları sadece mekansal derinlik illüzyonuna değil, aynı zamanda zamansal bir sonsuzluk illüzyonuna misal misal olarak kullanıyordu. Lem'alar isimli eserin 17. Lem'a'sının 4. remiz kısmında aynen şunlar yazılmış:


Ey dünyaperest insan! Çok geniş tasavvur ettiğin senin dünyan, dar bir kabir hükmündedir. Fakat o dar kabir gibi menzilin duvarları şişeden (aynadan) olduğu için, birbiri içinde in'ikâs (yansıyıp) edip, göz görünceye kadar genişliyor. Kabir gibi darken, bir şehir kadar geniş görünür. Çünkü o dünyanın sağ duvarı olan geçmiş zaman ve sol duvarı olan gelecek zaman, ikisi mâdum ve gayr-ı mevcut oldukları halde, birbiri içinde in'ikâs edip gayet kısa ve dar olan hazır zamanın kanatlarını açarlar. Hakikat hayale karışır; mâdum bir dünyayı mevcut zannedersin.
Nasıl bir hat, sür'at-i hareketle bir satıh gibi geniş görünürken, hakikat-i vücudu ince bir hat olduğu gibi, senin de dünyan hakikatçe dar, fakat senin gaflet ve vehim ve hayalinle duvarları çok genişlemiş. O dar dünyada, bir musibetin tahrikiyle kımıldansan, başını, çok uzak zannettiğin duvara çarparsın. Başındaki hayali uçurur, uykunu kaçırır. O vakit görürsün ki, o geniş dünyan kabirden daha dar, köprüden daha müsaadesiz. Senin zamanın ve ömrün, berkten daha çabuk geçer; hayatın, çaydan daha sür'atli akar.
Madem dünya hayatı ve cismânî yaşayış ve hayvânî hayat böyledir. Hayvâniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun. İşte o âlemin anahtarı, marifetullah ve vahdâniyet sırlarını ifade eden Lâ ilâhe illâllah kelime-i kudsiyesiyle kalbi söylettirmek, ruhu işlettirmektir.

Aslında doğar doğmaz hepimiz, fikir ekilen bir tarla, fikir aşılanan bir ağaç misali büyü(tül)meye başlıyoruz. Gerçeklik algımız, doğru bildiklerimiz beynimize "ekilen" fikirlerden ibaret oluyor. Bu "ekilmiş fikirleri" o denli hakîkât sayıyoruz ki, onlar uğruna ölmeyi bile göze alabiliyoruz.

Mesela Anadolu'da Müslüman-Türk bir ailenin değil de Kudüs'te yerleşimci Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelseydik, yahut gözlerimizi dünyaya Sırbistan'da ırkçı bir anne babanın bebeği olarak açmış olsaydık bugün mutlak hakikat diye yapıştığımız "gerçekliğimiz" bize nasıl görünürdü? Hala Kudüs'teki yerleşimci Yahudilerin ırkçı zalimler olduğunu, Sırp milliyetçilerinin akli dengesini kaybetmiş, kan dökmekten zevk alan insan kasapları olduklarını düşünür müydük?

Aslında insanın bir yetişkin olduğunda kendisini tanımladığı fikirlerin, özelliklerin hangileri doğuştan gelir, hangileri "ekim" sonucu oluşur meselesi, tam çözülmüş bir mesele değildir. En eski köklerini Aristo'da bulduğumuz, daha sonra İbn-i Sina, İbn-i Tüfeyl ve nihayet John Locke tarafından işlenen ve "tabula rasa" olarak kavramlaşan düşünce, insanın beyninin doğumda boş bir levha olduğu, bütün zihinsel birikim ve "bilginin" kişisel tecrübe ve dış dünyanın algılanması (Inception terimleriyle söylersek fikir ekimleri) neticesi oluştuğunu söyler. Halbuki Kuran-ı Kerim'de Rum suresinin 30. ayetinde Allah bize şunu bildiriyor:
“O halde sen yüzünü bir muvahhid olarak dine yönelt. Allah’ın insanları yaratmasında esas aldığı o fıtrata uygun hareket et.” (Rum Sûresi, 30/30)
Demek ki yaratılışta fıtrat denen bir şey var. Tek tanrı inancının fıtratın bir unsuru olduğunu görüyoruz. Dedikodu, yalan, cinayet, hırsızlık, işkence, sömürü gibi (bu kötülükleri yapan tarafta olsa bile) sağlıklı sayabileceğimiz her insanın rahatsız olduğu ortak bir şeylerin olması, yaratılıştaki öze (fıtrat?) işaret edebilir. Bu konuda Hz. Muhammed'in şu sözü aklımıza geliyor:
Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hıristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar.” (Buhârî, cenâiz 92; Ebû Dâvut, sünne 17; Tirmizî, kader 5)
Buradan -şu an için- şöyle bir neticeye varıyorum: İnsan dimağı bir tamamen "tabula rasa" değildir. Doğuştan bize bahşedilen bazı müspet hususiyetlerle doğarız ancak ailemiz ve çevremiz daha bebekliğimizden başlayarak yoğun bir çabayla "fikirlerini ekerek" bize kendi gerçekliklerini empoze ederler. Ekilen düşünceler bizi değiştirir, şekillendirir, hatta bize, fıtratımıza aykırı bir gerçekliği bile benimsetebilir.

Eğer, gerçeklik diye bildiğimiz şeyler çevremizin beynimize ektiklerinden ibaret ise, "gerçekliğimiz" kaçınılmaz şekilde çevremizin irfanı ile sınırlı olacaktır. Mesela hayatında köyünden çıkmamış ve televizyon seyretmemiş bir babanın çocuğuysak, dünyanın en iyi futbolcusunun harman yerinde diğer çocuklardan daha iyi oynayan köy delikanlısı olduğu "gerçeği" bizin gerçeğimiz olacaktır. Bu sözüm ona "gerçeğin" gerçek olmadığını anlamanın yani aşılmasının yolu babamızın yahut bizim köyden çıkmamız, yahut bir televizyon bulup maç seyretmemiz olacaktır. Bu gerçekleştiği halde, eğer babamızın gerçekliğine bir kutsiyet atfediyorsak iş çok daha zorlaşacaktır. Çünkü eninde sonunda öğreneceğimiz hakikat bizi kutsalımızı reddetmekle yeni "gerçekliği", yani tedavüldeki hakîkâti inkar etmek arasında bir seçime zorlayacaktır.

Tedavüldeki hakîkât ifadesini tercih etmemin sebebi o "hakîkâtin" de tedavülden kalkma ihtimaline dikkat çekmektir. Nasıl tüm maddelerin dört ana unsurdan teşekkül ettiğine dair kadim Yunan "gerçekliği", atomun keşfi ve maddenin temel unsurunun atom olduğuna dair "gerçekliğin" ortaya çıkmasından sonra mânâsını yitirdiyse. Atom altı parçacıkların keşfiyle de atomun parçalanamaz olduğu "gerçeği" tedavülden kalkmıştır. Yarın hangi gerçekliğimizin istihza mevzuu olacağı belli değildir.

Bu söylediklerimden bütün inançların boş, bütün bilinenlerin "an için doğru sayılabilecek" geçici doğrular olduğu gibi bir netice çıkıyor ki buradan rahatça Nihilizm'e sürüklenmek işten bile değil. Böyle bir ruh halini "sağlıklı" diye tavsif etmek mümkün değil. Gerçekliklerden birini mutlak gerçeklik olarak seçip pozisyon almak, akıl ve ruh sağlığımızın muhafazası için şart gibi. Çeşitli gerçeklikler, -başkalarının rüyaları- içinde dolaşırken her şeyi ölçüp biçebileceğimiz. Kendi gerçekliğimiz kurallarına göre sınayabileceğimiz bir ölçüye (totem?) ihtiyacımız var. Bu konuda yine en iyisi bir Müslüman olarak Kur'an-ı Kerim'e müracaat etmek. Rahman suresinde Allah insanı yarattıktan sonra ona "beyanı" yani düşünüp ifade etmeyi öğretti deniyor ki bu kabiliyet insana doğrudan paralel "gerçekler" kurgulama imkanı veren bir kabiliyet.

Rahmân Kur'an'ı öğretti. ﴾1-2﴿ İnsanı yarattı. ﴾3﴿ Ona beyanı (düşünüp ifade etmeyi) öğretti. ﴾4﴿ Güneş ve ay bir hesaba göre hareket etmektedir. ﴾5﴿ Otlar ve ağaçlar (Allah'a) boyun eğerler. ﴾6﴿ Göğü yükseltti ve ölçüyü koydu. ﴾7﴿ Ölçüde haddi aşmayın.
Dikkat çekmek istediğim nokta, Rahman suresinin bu ilk ayetlerinin ardından gelen yedinci ayette belirtilen "ölçü" yahut Kur'an'da geçtiği asıl haliyle "mizan" kelimesi. Mizan ölçme tartma işlerinde kullanılan bir tür terazi olarak anlatılıyor. Şu anki perspektifimizden baktığımda ise kendimizi içinde bulduğumuz yahut maruz kaldığımız farklı gerçekliklerde -rüyalarda- yolumuzu şaşırmamamız, oryantasyonumuzu kaybetmememiz  için bir tür pusula gibi anlıyorum.

Zenci lider Martin Luther King'in 1963'te yaptığı meşhur konuşma "Bir rüyam var.. (I have a dream)" diye başlar.  Aslında Marx'ın da, Adam Smith'in  de ideolojileri birer rüya, yahut paralel gerçekliklerdir. Her gün bunlar gibi yüzlerce paralel gerçekliğin taarruzuna uğrarız. Her rüya hakikatten mühim parçalar barındırır. Eğer barındırmasa zaten gerçeklik hissi yıkılacağından sürdürülemez. Ama insan yapısı en mükemmel "rüya" bile hakîkâtin eksik bir taklidi olmaktan ileri gidemeyecektir.

Bizi, sayısız paralel gerçekliğin lunaparkında kaybolmaktan, birbirimizin sahte dünyalarını yok etmek için gerçek savaşlar vermekten, nihilizm denilen cehennem çukuruna düşmekten koruyacak yardım eli yine yüce kitabımızdan uzanıyor:

Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de, O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O'nun (bu) nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki, doğru yola eresiniz. (Âl-i İmran 103)

Salih Cenap Baydar

15 Mart 2012 Perşembe

The Last King Of Scotland – İskoçyanın Son Kralı


2006 yapımı “The Last King Of Scotland” yakın tarihin dikkat çekici diktatörü İdi Amin’in hayatını anlatan bir film. Senaryo yetmişli yılların başında, babasının izinden giderek tıp fakültesini bitiren İskoçya’lı genç bir doktorun etrafında kurgulanmış. Meşhur altmışsekiz kuşağından olan genç adam, müesses nizama isyan hisleriyle, kendisine çevresi tarafından altın tepsi içinde sunulan bilindik, konforlu bir istikbali reddediyor. İsyanı o kadar derin ki doğduğu yerden, ailesinden, kendisine teklif edilen hayatttan kaçıp uzaklaşmak için eline bir yer küre modeli alıp çeviriyor. Tesadüfen parmağını koyduğu ilk ülkeye gitmeye karar veriyor ancak ilk olarak Kanada’nın tesadüf etmesi onu tatmin etmiyor. İkinci bir deneme yapıyor ve parmağı, filmin geçeceği Uganda’yı işaret ediveriyor.

Birkaç Sahnede Kuruluveren Hikâye 
Sadece birkaç saniyelik sekanslarla filmin kahramanı olan doktor karakterinin seyirciye tanıtılması sinema tekniği açısından, kurgu açısından takdir edilesi. İyi seçilmiş, iyi çekilmiş ve iyi oynanmış dört kısa sahne ile seyirci hikayenin içine çekiliyor: Genç doktorun yağmurlu bir İskoçya gününde, mezuniyetini kutlamak için akadaşlarıyla birlikte çılgınca soğuk sulara atlaması, baba ve annesi karşısında derin ama yapmacık bir saygı içinde yediği akşam yemeğinde ona teklif edilen hayat, odasında gizlice sigara içerken durduk yerde kendini tutamayıp haykırması ve nihayet dünyada kendi macerasına zemin arayıp bulması.

Dr. Nicholas Garrigan 

Dr. Nicholas Garrigan karakteri Giles Fodan’ın romanından uyarlanan senaryoda kurgulanmış bir karakter. Yani gerçekte böyle bir doktor yok. Ancak karakteri şekillendirirken yazarın ilham aldığı Robert Bop Astles adında gerçek bir kişi varmış. 

Filmimizin kahramanı Dr. Nicholas Garrigan Uganda’ya mesleğine de en uygun kanaldan, misyonerlik kanalından ulaşıyor. Bu kanalı dînî bir gaye ile tercih ettiğini çıkarmak zor. Zira Uganda’ya daha çok bir macera, bir heyecan yaşamak, daha sonra filmde İdi Amin’in söyleyeceği gibi, “beyaz adamcılık” oynamak için gidiyor. Belki kötü niyetleri yok ama bir misyonerden beklenecek ahlaki duruşu da sergilemiyor. 

Doktorun Uganda’ya ilk ulaştığında çılgın, misyoner, genç ve batılı bir doktorun gözünden, çok geri kalmış bir Afrika ülkesini izlemeye başlıyoruz. Tropik sıcağın tüm sarı ve kavuniçi tonlarının hakim olduğu tozlu yollarda, yemyeşil ormanlar ve derme çatma kulubeler arasından ilkel toplu taşıma vasıtalarıyla gerçekleşen bir seyahat bu. Yönetmen, yollara dökülmüş kutlamalar yapan siyah derili insanlarla ve ellerinde silahları, hâki üniformalı askerlerle bizi nihayet filmin asıl konusunu teşkil edecek olan İdi Amin’e gayet mahirâne bir şekilde ulaştırıyor. Tam kahramanımız geldiği sırada ülkede darbe olmuş ve İdi Amin isimli bir general idareye el koymuştur. 

Doktorun ilk tepkisi güvende olup olmadıklarını sormak oluyor. Ulaştığı misyonda çalışan “fedakâr” misyoner doktor ve güzel eşi, darbeyi umursar görünmüyorlar. Onların gayeleri bu geri kalmış topraklara “medeniyet” getirmek. Yaşadıklarından, gördüklerinden sonra biraz da umutsuzluğa kapılmış gibiler. Köylü halkın büyük çoğunluğunun hala şaman tedavisini kendilerine yeğ tuttuğundan yakınıyor misyoner doktor ve “bazen akıntıya karşı kürek çektiklerini düşündüğünü” söylüyor. 


Yönetmen Kevin Macdonald, doktor Garrigan’ın gözünden bu yeni dünyayı tanıtırken sadece görüntülerden değil seslerden de istifade ediyor. Mesela doktor Garrigan’ın ilk şaman tedavisini gördüğü sahnede arka planda hafiften başlayıp yükselen, rahatsız edici bir yılan tıslaması işitiliyor. 

Forest Whitaker’ın Oskarlık Performansı 

Filmdeki performansı ile en iyi erkek oyuncu Oskar’ı alan Forest Whitaker’ın canlandırdığı İdi Amin karakterini, yaptığı miting konuşması ile tanıyoruz. Whitaker, daha konuşmasını işittiğimiz ilk saniyelerden itibaren bizi vatansever, neşeli ve biraz da dengesiz bir İdi Amin karakteri ile etkiliyor. Whitaker, Amin’in dengesiz, bir anda kızan, bir anda gülüveren dengesiz tabiatını aksettirmekte hayli başarılı görünüyor. 

İdi Amin, halkı coşturan, neşelendiren ve onlara vaatlerde bulunan konuşmasını yaparken onu koruyan askerlerin, İdi Amin’e tezahürat yapan halkı, parmakları tetikte, düşümanca bakan kanlı gözlerle süzdüklerini görüyoruz. Bu bir saniyelik görüntü, filmin ilerleyen kısımlarında karşılaşacaklarımızın bir ipucunu veriyor aslında. 

İdi Amin bindokuzyüzyetmişli yıllar boyunca sürdürdüğü iktidarının ilk yarısında batı medyasınca dünya kamuoyuna afrikanın sevimli, vatansever, iyi yürekli diktatörü olarak lanse edilmiş. İkinci yarısında ise Afrika kasabı, deli, zalim hatta yamyam bir diktatör olarak sunulmuş. Film de neredeyse tamamen aynı yolu takip ediyor. Yönetmen filmin ilk yarısında seyirciye İdi Amin’i neredeyse sevdirirken, ters yönde hisler uyandıracak ufak ipuçları vermeyi de ihmal etmiyor. Seyircinin de tıpkı dünya kamuoyu gibi bu diktatörün diktatör olduğunu bile bile, hatta bazı zulümlerinden haberdar olmasına rağmen sempati duygusu geliştirmesine çalışıyor. İkinci yarıda ise zalim diktatörün nihayetsiz terörüne tanıklık ediyoruz. 

Dr. Garrigan ile İdi Amin’in tanıştığı sahnede, az önce kürsüde halka onlardan biri olduğunu söyleyen İdi Amin’in, aracı yolda duran ineğine çarptı diye bir köylüye kötü davrandığını görüyoruz. Köylünün ineği can çekişiyor. İdi Amin’in ise sadece eli incinmiştir. Askerler tedirginlik içinde bir suikast kokusu almaya çalışıyorlar. Çarpılan hayvan acı içinde böğürüyor. İdi Amin sağa sola bağırarak talimatlar yağdırıyor. Doktor da bir yandan İdi Amin’in elini sararken bir yanda da acı çeken hayvanın acısına son verilmesi için çevresine sesleniyor. Giderek artan bir kaos, bir gürültü var. Bu sahne Dr. Garrigan’ın ineği –acı cekmemesi- için İdi Amin’in ortada duran silahı ile vurarak öldürmesi ile yeni bir boyut kazanıyor. Batılı misyoner doktor burada diktatörün dikkatini çekiyor ve aralarında bir dostluk başlıyor. 

Asıl hikâyenin başladığı sahnede çok sayıda sembol ve gönderme var. İdi Amin doktorun İskoçyalı olduğunu öğrendiğinde İskoçya’ya karşı sempatisini dile getiriyor. İngiliz ordusunda yetişen İdi Amin İskoçyalı askerle beraber savaşmış bir asker. Filmde bahsedilmiyor ama biz eksik bilgiyi tamamlayalım. İdi Amin, İngiliz ordusunda İskoçyalı askerlerle beraber 1952-1960 yılları arasında Kenya’da “Mau Mau” ismi verilen isyanı bastırmak için savaşmış. Yani Kenya’lıların İngiliz sömürgeciliğinden kurtulmak için çıkardıkları isyanı, İngiliz efendileri adına bastırmak için savaşmışlar. Bu arada orduda İngilizler tarafından aşağılanmış ve kötü işlerde çalıştırılmış. İskoçların İngilizlerle yaşadığı sıkıntılar ve İngilizler’e karşı tavırları bir şekilde İdi Amin’i cezbediyor. Bu (s)empatisi o kadar ileri gidiyor ki doktora, “Ugandalı dışında bir şey olabilseydim İskoçyalı olurdum” diyebiliyor. Doktorun İskoçya sembolleri taşıyan ucuz tişörtünü almak için kendi giydiği, general üniformasını doktora veriyor. Filmde tişörtü oğlu Campbel’e hediye edeceğini söyleyen Amin’in gerçekte bu isimde bir oğlu yok ama onun özentisinin altını çizmek için filme böyle bir öge eklenmiş. Neticede İskoçya hayranı İdi Amin’in, anlı şanlı (!) bir Uganda generali üniformasını uydurma bir tişörte değişebilieceği anlatılıyor. Zaten gerçek hayatta da İdi Amin kendisini İskoçya’nın son kralı ilan edecek, bu da filme adını verecektir. 

Mankurtlaştırılmış Sömürge Diktatörleri Şablonu 

Aslında film boyunca, mankurtlaştırılmış bir sömürge diktatörünün dramı sergileniyor diyebiliriz. Bir yandan vatansever ve anti emperyalist olmaya çalıştığı halde içinde yetiştiği batı medeniyetinden başka bir medeniyet tanımayan, kızsa da, isyan da etse gideceği bir yer olmayan bir adamın dramı… Kendini iktidara taşıyan adamlardan nefret eden ama onlardan başka alternatifi bulunmayan bir adamın dramı… Bu adeta tüm ortadoğu diktatörlerine uygulanabilir bir şablon. “Batıya rağmen batıcı” gibi mânâsız sloganlarla çelişkilerini makul hale getirmeye çalışan diktatörle çevrilidir etrafımız. Bu tavır kendi medeniyetinden ya tamamen bihaber yetişmiş ya da ümidi kesmiş sömürge aydınlarında da rahatlıkla müşahede edilebilir. 

Bahse değer bir şablon da sömürge diktatörlerinin asla ülkede çoğunluk gruplardan birinden olmamalarıdır. İdi Amin de Uganda’nın kuzeyinde “Kakva” ismi verilen azınlıkta bir etnik gruba mensup ve Müslüman. Uganda’nın yüzde seksendördü ise Hıristiyan. Bu şekilde azınlık mensubu bir kişiyi iktidara getiren batılı güçler, devletin başına koydukları kişinin meşruiyetini asla halkına dayandıramamasını garanti etmiş oluyorlar. Filmde Amin açık açık “beni iktidara İngilizler getirdi” diyor. Sömürgeciler adına halkını baskı altında tutan diktatörlerin koltuklarını muhafaza etmelerinin yegane garantisi yine sömürgecilerin lütufları oluyor. Bu yüzden de ezdikleri halklarına mütemadiyen şüpheyle bakar hale geliyorlar. Filmde İdi Amin’in sürekli bir suikast korkusu içinde yaşadığı, kendine yönelik en küçük bir tehdit algıladığında ölçüsüz bir şiddet kullanma yoluna gittiği altı çizilerek anlatılıyor. İdi Amin korkuyor ama bir yerde doktoruna “korkusunu gösteren adam zayıftır ve bir köledir” diyerek belki de ileride daha çok farkına varacağımız devlet terörünün bahanesini de söylemiş oluyor. 

İdi Amin’in Uganda’dan “medeniyetin beşiği” diye bahsetmesi ve kendini “ulusun babası” diye tesmiye etmesi, diğer sömürge diktatörlerinin söylemleri ile başka ortak noktalar olarak görünüyor. Ayrıca askerlerine İskoç kilti giydirmesi de hususen askeri sahada tüm mahut diktatörlerce paylaşılan bir aşağılık kompleksinin tezahürü olarak ortaya çıkıyor. 

Filmde kahramanımızın yanlarına gittiği misyoner ve eşinin ne amaçla anlatıldığını düşünmek gerekir. Garrigan, müesses nizamın her türlü kabulüne isyan eden, tabu yıkan genç havasında önce misyonerin eşine “asılıyor”. Ancak kadın ulvî bir gaye için orada olan kocasının ne kadar iyi bir insan olduğunu söyleyerek delikanlıyı reddediyor. Garrigan aynı havada, İdi Amin’in eşi Kay’e yaklaştığında ise reddedilmeyecek, bu da her ikisi için bir felakete sebep verecektir. 

Daha sonra İdi Amin’in şahsi doktoru olmak üzere başkente davet edilen doktor, halkına “askeri yemeden yemediğini” söyleyen, fakir Uganda’nın başkanı İdi Amin’in sarayındaki “ihtişama” tanık oluyor. Başkentte batı standartlarında bir hayat sürüldüğünü ve halkın geri kalanının bu hayatla ilgisi bulunmadığını görüyoruz. 

Filmde İdi Amin ile ilgili olarak bilinen hemen herşey ya bir görüntüyle, ya bir cümle ile anlatılmaya çalışılmış. Mesela eski bir boks şampiyonu olan Amin’in bir sahnede bir çocuğa boks antremanı yaptırdığını görüyoruz. Kaddafi ile görüşen, onun Afrika birliği hayallerini paylaşan Amin’in filmde Libya’dan dönüşte başında bir takke ile gezmesi, İsrail karşıtı açıklamaları, ülkesindeki Hintli nüfusu sınır dışı etmesi, ülkesine inmesine izin verdiği kaçırılan uçak, İngiltere’ye aşağılama amacıyla yardım teklif etmesi gibi detaylar filmde yerlerini bulmuş. 

Filmin ilerleyen bölümlerinde Amin’in doktoruna üstü açıp, spor bir mercedes hediye ettiğini. Seyahat ederken o arabada bulunmasının makam aracına düzenlenen suikastten kurtulmasını sağladığını görüyoruz. Bu sahnede doktor İdi Amin ile beraber –biraz da can havliyle- kurulan pusudan kaçmak isterken bir adama çarpıyor. Hayat kurtarmak iddiasıyla geldiği Uganda’da, kurtarmayı bırakın bir can almış oluyor. Suikastten kurtulan Amin’in adamları suikastçileri derhal yakalayıp getiriyorlar ve işkenceli bir sorgu başlıyor. İdi Amin böylesi bir sahneye ilk kez şahit olan doktora hayatına kasteden suikastçilere acımamasını söylüyor. Bu sahnede mühim bir detayı gözden kaçırmamak gerekiyor. Hiçbir yarası olmadığı halde doktor elinin kana bulanmış olduğunu farkediyor. Bu muhtemelen sorgulanan adamlardan birinin kanı ama doktorumuzun sembolik olarak elini kana buladığının altı da böylece çizilmiş oluyor. Zaten doktora Amin’in beyaz maymunu isminin takıldığını filmde daha sonra öğreniyoruz. İngiliz diplomat takılan isimle bu vaziyeti de birleştirerek ilerde doktora “eli kanlı beyaz maymun” diyecektir. 

Doktorun hemen takip eden sahnede şahit olduğu şiddeti meşrulaştırmaya, rasyonalize etmeye çalıştığını görüyoruz. “Burası Afrika” diyor doktor, “şiddete şiddetle cevap vermezsen ölürsün”. Tabi bu kendisi avutma gayreti bir süre sonra boşa çıkıyor. İngilizlerle iş tuttuğundan şüphelendiği sağlık bakanı ile ilgili kuşkularını İdi Amin’e söyleyen doktor adamın idam fermanını da imzalamış oluyor. Konuşmasının doğurduğu neticeyi doktorun yüzüne vuran ülkedeki İngiliz diplomat, bakanın aslında “kitlelerin hayatını kurtaracak bir penisilin ihalesini” takip ettiğini söylüyor. Bu tabi Uganda’ya hayat kurtarmak için gelen bir doktorun vicdanını kanatacak bir söylem ama insan düşünmeden de edemiyor: Madem İngiliz’lerin gayesi bu kadar insani, fakirlikten kırılan bu insanlara neden penislin “satmaya” uğraşıyorlar? Öylece bağışlasalar ya!.. 

İdi Amin 

İdi Amin’in bir tabiyet sorunu var. Daha önce İskoçyalı olmak istediğini açıkça söyleyen İdi Amin doktor Garrigan’a “Sen benim öz oğlumsun” dediğinde doktor bunu reddediyor ve “Hayır ben İskoçyalıyım” diyor. Bu anda Amin’in terk etmekte tereddüt etmediği, çok da kıymetli görmediği tabiyetinin Garrigan için çok daha mühim olduğunu anlıyoruz. Aynı gayeye matuf bir sembol olarak “pasaportun” kullanıldığını da belirtmek gerekiyor. Garrigan kendi pasaportunun (ç)alınıp yerine Uganda pasaportunun koyulmasından dehşete kapılıyor. Aklımıza Tevfik Fikret’in son yıllarında Hüseyin Cahit’e bir mektubunda yazdığı, tartışma yaratan şu sözleri geliyor: “Bugün say ve irfanım tebdil-i tabiyet ediyor.” 


İdi Amin batılı bir hayat tarzını benimseyip sürdürmekte bir beis görmüyor. Başında bir kovboy şapkası ile at üstünde göründüğü sahne oldukça ibretlik. Kendinden “Ugandalı kovboy” diye bahsederken kemendini adamlarından birinin boynuna atıveriyor. İşte kovboyun Ugandalısı atsa atsa kendi halkına kement atar mesajı veriliyor. 


Filmde geçmiyor ama İdi Amin’in tahtını dört beyaz işadamına taşıtırken ve bir beşinci beyazın ona yelpaze sallarken fotoğraf çektirdiği biliniyor. Bilindik bir fotoğrafın negatifini sunmaya çalışan Amin’in naif çabasından çok, kimbilir hangi maddi çıkar karşılığı bu zillete katlanmaya gönüllü olan kapitalist İngiliz iş adamlarının hali üzerinde düşünmek gerekiyor. 

İdi Amin’in karikatürlere malzeme olmuş madalyaları da önemli bir sembol. Bu madalyaların çoğunun ikinci dünya savaşına katılmış askerelere verilen madalyalar olduğu söyleniyor. Burada dikkat çekici olan, bir takdir aracı olan madalyaların aslında madalya verenin lütfunun, takdirinin madalyayı alan kişi tarafından kıymetli görülmesidir. Amin sayısız çelişkisinden birini daha yaşıyor ve düşman ilan ettiği batılı emperyalist güçlerin madalyalarını göğsünde gururla taşımaya devam ediyor. 

Filmin sonlarına doğru, İdi Amin’in eşlerinden Kay’in, Dr. Garrigan’la yaşadığı gayrimeşru münasebet neticesi hamile kalmasının bir felaket zinciri başlattığına şahit oluyoruz. Kadın yakalanıyor ve öldürülüyor. Bu yetmez gibi ibret-i alem olsun diye vahşice, kolları bacakları kesilerek birbirlerinin yerlerine dikiliyor ve bu korkunç ceset teşhir ediliyor. Bu sahnenin filmin en mide kaldıran sahnesi olduğunu da belirtmekte fayda var. Bir de başlangıçta bahsettiğimiz ses efektleri ile bu sahne iyce dehşet verici hale getirilmiş. Bu sahneyi görüp dağılan doktor, o anda kendisne daha önce İngilizlerce teklif edildiği halde kabul etmediği cinayeti işlemeye, İdi Amin’i öldürmeye karar veriyor. Tabi bu arada atlanılmaması gereken müthiş bir sahne var: Annesini batılı bir doktorun geçici şehvet hisleri yüzülünden parçalara ayrılmış halde gören küçücük bir zenci çocuğun doktora büyük bir nefret ve kin dolu gözlerle baktığı sahne… Çocuğun bakışı şu satırları yazarken bile gözümün önüne geliyor. 

Hazırladığı zehirli ilaçlarla İdi Amin’in yanına giden doktor onu ve çevresindekileri muhtemelen uyuşturucu madde etkisinde, pornografik bir film seyrederken buluyor. Muhalifi olduğunu sandığı batının, içkisiyle, müziğiyle, pornosuyla, silahlarıyla, madalyalarıyla zehirlenmiş, beyinlerinin genetiği ile oynanmış bu çarpık fikirli ucubeler topluluğu bizde artık tiksinti uyandırıyor. Film bundan sonra birbirinin peşi sıra gelen şiddet sahneleriyle son buluyor. Dr. Garrigan hata yaptığını, asıl yerinin İskoçya ve ailesinin yanı olduğunu kabul ediyor. İdi Amin’in eski hekimi, canı pahasına da olsa olan biteni “uygar” dünyaya anlatması için Garrigan’ın kaçmasına yardım ediyor. Çünkü bir beyaz olarak onun söyleyeceklerinin batı dünyasına itibar göreceğini düşünüyor. Canını bu “vahşilerin” elinden zor kurtaran doktorun uçağın penceresinden macera için geldiği Uganda topraklarına son bir bakışıyla film bitiyor. 


Bari Filmi Biz Çekseydik 

Filmi seyrettikten sonra şunu düşünmeden edemedim: Batılılar evlerinde kalkıp dünyanın ücra köşelerine başkalarını sömürmek için gidiyorlar. Şeytanın aklına gelmeyecek hilelerle, kukla iktidarlar kurgulayıp masum insanların iliklerini emiyorlar. Sonra onları birbirine düşürüp birbirlerini öldürtürken üstüne bir de silah ve sonrasında da ilaç satıyorlar. Gel gör ki işledikleri zulümün filmini de yine onlar çekiyorlar. Uğradığı zulmü bırakın anlatmayı, doğru dürüst anlamaktan aciz insanların dramı içimize akıp, yüreklerimizi dağlarken, bir kez daha önce gözlerimizden sonra zihnimizden silinip gidiyor. 

Salih Cenap Baydar 
14 Mart 2012  
Twitter: @salihcenap