25 Nisan 2011 Pazartesi

Modern Zamanlar


Charlie Chaplin’in son sessiz filmi olan “Modern Times” filmi için, çekildiği 30’lu yılların teknolojisinin sunabildiği kısıtlı imkânlardan dolayı çabuk çabuk akan kareleriyle, oyuncuların belki sessiz sinemanın zorladığı bir tarz olarak başvurduğu pandomimvari abartılı hareketleriyle hafızalarımızda yer etmiş, siyah beyaz bir Şarlo komedisi diye düşünülüp geçilir. Halbuki zamanının ötesine geçmiş bir entellektüel olarak Chalie Chaplin, bizi bugün bile güldüren hareketlerini, aslında çok güçlü bir tenkidin sosu olarak kullanmıştır.

Derler ki büyük zihinler, dilin ağızdaki bir yaraya mütemadiyen gidip dokunması gibi “lîsan” mevzuu üzerinde ısrarla durularmış. Belki yirminci yüzyıl aydınları için bu sözü “lisânın” yanına “modernlik” ve “zaman” kavramlarını ilave ederek tadil etmek gerekir. Mezkûr kavramlar, hem yurdumuzda hem dünyada, kalburüstü 20. yüzyıl aydınlarını hayli meşgul etmiştir. Filmin hemen başında uzun uzun görüntülenen “duvar saati” bana, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, meşhur “Ne içindeyim zamanın” şiirini, unutulmaz şaheseri “Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü” ve bu eserin kahramanı “Halit Ayarcı’yı” düşündürdü.


Ahmet Hamdi Tanpınar’ın mezar taşına ilk iki mısraı hakkedilmiş olan şiirin ilk kıtasını hatırlayalım:

Ne içindeyim zamanın, Ne de büsbütün dışında; Yekpâre geniş bir ânın Parçalanmaz akışında.


Tanpınar, Charlie Chaplin’in filminde anlatmak istediklerini, 4 Ocak 1950’de Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan “Kelimeler Arasında Elli Yıl” başlıklı yazısında, şöyle dile getiriyor:

“Yirminci asrın başı, dünyayı hakikî bir cennet yapacağa benziyordu. İlim, her va’dini tutmuştu. Hayat büyük bir emniyet içindeydi ve daha ziyade kurulmuş bir saate benziyordu. Her geçen an bir sonrakini tayin ediyor hissini veriyordu.”


O hissi veren zamanlar, o “modern” zamanlar, kuşattığı insanoğluna Firavun’lara Nemrud’lara parmak ısırttıracak bir güven sağlayarak ilahlık taslama zemini de oluşturmuştu. Herşeyin sırrı bir bir çözülüyor ve tabiat, insan ve zaman dahil herşey hergün biraz daha manipüle edilebilir hâle geliyordu. Bilim her sırrı deşifre ediyor, yeni bilim “dininin” her saniye bir salgın gibi yayıldığı dünya yüzünde, pek kısa süre sonra bilinmedik hiçbir şey kalmayacak diye düşünülüyordu.



Modern zamanların dini bilim, felsefesi pozitivizm, makbul mesleği mühendislikti. Uyumuş kalmış da uyandığı anda geç kaldığı işine yetişmek için çılgınca çırpınmaya başlamış bir kimse misali hummalı bir gelişme yarışına giren insanoğlu bu yarışta kendini ileri götürebilecek en hakîki mürşidi ilim, mutlak yardımcıyı mühendis bellemişti. Herşeyin mühendisliği olurdu; toplumun bile.

İşte Chaplin’in kendi zamanının ötesinde bir dâhi olarak, mizahın kudretiyle alıp yerden yere vurduğu modern zamanlar dininin en kayda değer rahiplerinden -yani mühendislerinden- biri olan Frederick Winslow Taylor’ı burada hatırlamak gerekir.


Frederick Winslow Taylor, Amerikalı bir makine mühendisi. 1856’da doğup 1915 yılında ölmüş. Onun için ilk endüstriyel yönetim uzmanı, sınâi verimliliği artırmak icin sistematik bir şekilde çalışan ilk kişi, bilimsel yönetimin babası, hatta endüstri mühendisliğinin kurucusudur diyenler var. Onu belki de asıl şöhretine kavuşturan, 1911 yılında yayınladığı “The Principles of Scientific Management" isimli makalesi olmuş. Bu makalesinde vazettiği prensipler Taylor ilkeleri ya da Taylorizm diye adlandırılıyor.

Bugün bile birçok insana gayet makul, hatta mutlak doğrularmış gibi gelebilecek önerileri geniş kabul gören Taylor, aslında insanı da, fabrikayı da, mahalleyi de, şehri de, ülkeyi de bir makine gibi algılama eğilimindeydi. Herkesi ve herşeyi üretimin bir ögesi olarak görüyordu. İdarecilerin aslında “makinenin” doğru şekilde çalışması için gerekeni yapan mühendis rolünü üstlenmesini bekliyordu. Nasıl bir makinede çarklardan biri nerede ve ne hızda döneceğine kendi karar veremezse işletmelerde de hiçbir konu şansa yahut kişisel tercihlere bırakılmamalıydı. İnsanların sadece kötü niyetli, tembel değil aynı zamanda aptal olduğu kabulü zamanın ruhuna hiç de aykırı olmadığı gibi genel kabul görüyordu. Bu yüzden işçilere neler yapacakları geri zekâlı birine anlatılır gibi anlatılmalı, hatta talimatnameler yazılarak en temel görevler bile izlenebilir robotik adımlara dönüştürülmeliydi. İşçilere parça başı ücret ödemesini savunan Taylor’a göre “bilimsel” hesaplamalara göre belli rakamların altına düşen işçiler cezalandırılmalı, üstüne çıkanlar ödüllendirilmeliydiler. İnsanlar bu bilimselliği o kadar uç noktalarda algılıyordu ki, bir kişinin işini yaparken gerçekleştirdiği fiziksel hareketleri etüd edilip, lüzumsuz efor ve zaman sarfetmeye sebep olanlar bulunarak elimine edilsin diyenler bile vardı. Tuvalete gidiş saatleri, sigara molaları bile regüle edilmeliydi. Bu modern zamanların saniyesi bile mühimdi ve bilimsel yönetim, saniyelerin hesabını yapmaktı.






Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün” sloganını hatırlayalım şimdi:

“Ayar, saniyenin peşinden koşmaktır.”

Düşün Hayri İrdal, düşün aziz dostum bu ne sözdür? Bu ne demektir ki, iyi ayarlanmamış bir saat, bir saniyeyi bile ziyan etmez! Halbuki biz ne yapıyoruz? Bütün şehir ve memleket ne yapıyor? Ayarı bozuk saatlerimizle yarı vaktimizi kaybediyoruz. Herkes günde saat başına bir saniye kaybetse, saatte on sekiz milyon saniye kaybederiz. Günün asıl faydalı kısmını on saat addetsek, yüz seksen milyon saniye eder. Bir günde yüz seksen milyon saniye yani üç milyon dakika; bu demektir ki, günde elli bin saat kaybediliyoruz. Hesap et artık senede kaç insanın ömrü birden kaybolur. Halbuki bu on sekiz milyonun yarısının saati yoktur; ve mevcut saatlerin çoğu da işlemez. İçlerinde yarım saat, bir saat gecikenler vardır. Çıldırtıcı bir kayıp… çalışmamızdan , hayatımızdan, asıl ekonomimiz olan zamanımızdan kayıp. (Saatleri Ayarlama Enstitüsü - Sayfa 37)


Charlie Chaplin, Modern Zamanlar filminin hemen başında, ağıla sokulan koyun sürüleri misali fabrikalara sokulan işçilerin hayatlarının nasıl regüle edildiğini sinema tarihine geçen karelerde, mizahın güçlü diliyle anlatıyor:
http://www.youtube.com/watch?v=CReDRHDYhk8




Rus yazar Yevgeny Zamyatin’in, 1984’ün müellifi George Orwell’e ilham verdiği söylenen meşhur romanı “Biz” i okurken Taylor adına yapılan göndermeleri farketmiş ama göndermenin matematikteki Taylor serilerine ismini veren meşhur matematikçi Brook Taylor’a olduğunu düşünmüştüm. Fakat Taylorizm’i araştırırken asıl göndermenin burada bahsettiğim mühendis Taylor’a olduğunu anladım. “Biz” isimli romanında Zamyatin, sosyalist bir devrimin ardından 26. yüzyılda geçen distopik bir hikâye anlatır. Tabiattan ve fıtratından koparılarak mühendislik esaslarına göre dizayn edilmiş bir düzende “Biz” adı altında toplanmış insanlar artık isim bile kullanmazlar. Bilimlerin en üstünü sayılan matematikten yararlanılarak herkese isim yerine bir sayı verilmiş, totaliter bir gelecek tasavvurudur bu roman. Şimdi bu romandan bir iki alıntı yapalım:



Evet, bu Taylor sorgusuz sualsiz geçmişlerin en büyük dehasıydı. Doğru, fikirleri metodunu tüm hayata, her adıma, her günün 24 saatine yayacak noktaya kadar ilerlememişti ama yine de Kant hakkında kütüphanelerce kitaplar yazanlar, Taylor’u, o on asır sonrasını görebilen peygamberi nasıl fark edemezler? (Biz - Sayfa 26)


Şu satırlar yanılgımı anlamamı sağlayan satırlar oldu:

Aşağıda düzenli, hızlı bir ritimle, Taylor sistemine göre hareket eden, eğilen kalkan, tek dev bir makinenin manivelaları gibi dönen adamları seyrettim.(Biz - Sayfa 64)


Makinelerin, makineleşmenin bir tür ütopyaya dönüştüğü o zamanlar, ülkemizde de bu ideallerin peşinde koşanları bulmak mümkün. Nasım Hikmet’in 1923’te yazdığı meşhur şiirini hatırlamakta fayda var:

Makinalaşmak İstiyorum


trrrrum,
trrrrum,
trrrrum!
trak tiki tak!
makinalaşmak istiyorum!

beynimden, etimden, iskeletimden geliyor bu!
her dinamoyu
altıma almak için çıldırıyorum!
tükrüklü dilim bakır telleri yalıyor,
damarlarımda kovalıyor
oto-direzinler lokomotifleri!

trrrrum,
trrrrum,
trak tiki tak
makinalaşmak istiyorum!

mutlak buna bir çare bulacağım
ve ben ancak bahtiyar olacağım
karnıma bir türbin oturtup
kuyruğuma çift uskuru taktığım gün!

trrrrum
trrrrum
trak tiki tak!
makinalaşmak istiyorum!


Vahşi kapitalizmin Amerika’da acımasızca sömürdüğü insanların hikâyelerinden bahsederken, komünizmi seçen Rusya’da neler olduğu sorusu da aklımıza geliyor. Makinalaşmak arzusunu anladık da, bu hedefin peşinde koşarken insanlıktan çıkartılan işçilerin isyanlarının yankı bulduğu sosyalist dünyada durum nasıldı acaba? Azıcık merak edip araştırınca Taylor’ın dünyanın diğer siyasi kutbundaki ikiz kardeşini buluveriyoruz: Alexey Grigoryevich Stakhanov

(Resimde en önde, arkasında “brigada” denilen takımı)

Stakhanov 5 saat 45 dakika içinde çalıştığı kömür madeninde 102 ton kömür çıkartarak kotasının on dört katına çıktığı söylenen bir maden işçisi. Dışarıda sosyalist ekonomi modelinin kapitalist modelden daha üstün ve daha verimli olduğu düşüncesinin propagandasını yapmak, içeride verimliliği arttırmak için ileri sürülen bu işçi, kapitalist dünyanın da dikkatini çekmiş olacak ki, 1925 yılında yayınlanan Time dergilerinden birinin kapak konusu olmuş. Aslında Taylorizmin insanı yok sayan anlayışının sosyalist dünyada soslanıp sunulmasından başka birşey olmayan Stakhanovizm’in Sovyet propaganda makinesinin gücüyle de olsa sosyalist dünyada “işe yaraması“ oldukça ibretlik bir durum gibi görülüyor. Neticede insanlara mutluluk getirme iddiasındaki her iki ideoloji materyalist köklerinde buluşup iddiasından kopmuş görünüyor. İşin daha da enteresan yanı, hakkında kitaplar yazılan, hatta propaganda filmleri çekilen bu Sovyet süper kahramanının foyası 1985’te su yüzüne çıkarılan belgelerle ortaya çıkıyor. Anlaşılmış ki sadece sıradan bir işçi olan Stakhanov’un “rekorları altüst etmesi” kayıtlarla biraz oynanılarak mümkün olmuş.

Çağrışımlar, yansımalar...

Tüm bu anlattıklarımın günümüze yansımalarına gelince söyleyeceğim birkaç şey var... Yeni bir anayasa yapmanın arifesinde olduğumuz şu günlerde, belki de tasfiye etmek üzere olduğumuz önemli unsurlardan biri kamu idare modelimizi şekillendiren Tayloristik anlayış olacak. Her ne kadar işletme bölümlerinde artık arkaik, gayr-ı insani bir işletme modeli olarak okutuluyor olsa da Taylorizm adeta genlerimize işleyecek seviyede idari yapılanmamızda kendine yer bulmuştur. Şaşılacak olan, pozitivizmin, Taylorizmin belirleyici unsur olduğu geçtiğimiz asrın başlarında kurulan, Türkiye Cumhuriyeti’nde idari model olarak Taylorizmin benimsenmesi değil, 2011 yılında hala cari bir idari model olarak kalabilmesidir.

Bizde devlet koca bir makina gibi tasarlanmıştır, koca bir makina gibi çalıştırılmak istenir. Tüm memurlar bu dev makinenin çarklarıdır. Aslında cumhuriyetin ilk yıllarında sadece devlet mekanizmaları değil toplumun bütünü de o büyük makinanın parçaları gibi tasarlanmak istenmiştir. “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” olmak iddiasının arkasında parti-devlet birliğini de bulabilirsiniz, valilerin ya da diyanet işleri başkanının aynı zamanda partinin il başkanı olmasını da bulabilirsiniz, tek tip siyah önlükler giydirilmiş “öğrencileri” fabrikasyon hatası olmadan tek tip düşünce sahipleri olarak mezun etmek amacıyla senelerce sürdürülen indoktrinasyonunu da bulabilirsiniz. Dikkatli gözler, halen carî olan bu anlayışın izlerini bugün bile sürebilir. Mesela devlet “aygıtının” iyi çalışması için bürokrasi içinde çarklar zaman zaman yer değiştirir. Bir bakarsınız bir emniyet müdürü vali olmuş, bir bakanlığın daire başkanı diğer bir bakanlığını genel müdür yardımcısı... Çünkü insanların çalıştıkları konu ile ilgili bilgileri, tecrübeleri devletin gözünde anlamsızdır. Hatta bu tür tecrübeler menfi puan olarak bile görülebilir. Devlet yapılacak işleri talimatlarla, kanunlarla, yönetmeliklerle belirlemiştir. Burada bürokrata düşen bir insiyatif olmamalıdır. İyi bürokrat (yahut çark) atandığı yeni kurumda (yahut takıldığı yeni motor bölgesinde) ona sunulan talimatları yerine getiren (takılmadan dönen) kimsedir.

Bugün bile askerlik yapanlar, talimatsız kımıldayamayacak bir robotu yönlendirir gibi, maddeler halinde ne yapacaklarının yazılı olduğu talimatnamelerle karşılaşırlar. Bu talimatnameleri komutanları erlere bağıra bağıra okuturlar, altına imza attırırlar. Bir örnek verirsek:

1. tüfeğin boş olması gereken zamanlarda tüfeğime şarjör takmayacağım.

2. dolu tüfekle koğuşa çıkmayacağım.

3. doldur boşalt yerinde rütbeli nezaretinde tüfeğimi boşaltacağım.

4. tüfeği boşalttıktan sonra serçe parmağımla namlu mermi yatağını kontrol edeceğim.

5. tüfeği yarım dolduruşta iken devamlı emniyette bulunduracağım.

6. emir verilmeden tam dolduruş yapmayacağım.

7. tam dolduruşta iken tüfeğimi devamlı emniyette bulunduracağım.

8. dolu tüfekle, tüfek emniyette olsa dahi şaka yapmayacağım.

9. dolu veya boş tüfeği kesinlikle arkadaşıma doğrultmayacağım, tetik düşürmeyeceğim.

10. tüfeğime boş şarjörü her takışımda mermi olup olmadığını kontrol edeceğim.

11. eğitimde tüfek ve kasatura ile şaka yapmayacağım.

12. nişancılık eğitiminde tetik düşürme eğitimi yaparken tüfeğimin namlu mermi yatağını serçe parmağımla kontrol ederek boş olup olmadığına dikkat edeceğim.

13. yukarıdaki kurallara uymayan arkadaşlarımı en yakın amirime bildireceğim.

14. morali bozuk stresli arkadaşlarımı en yakın amirime bildireceğim.

15. çıplak kablo ucu ve kopmuş tele rastladığımda kesinlikle dokunmayacağım ve en yakın amirime bildireceğim.

16. prizlere tel, çivi, kasatura ucu, harbi vb. cisimler sokmayacağım.

17. ıslak elle priz ve elektrik düğmelerine dokunmayacağım.

18. koğuşa, nöbet yerine kesinlikle elektrik sobası takmayacağım.

19. kesinlikle tüpgaz düğmeleri, tüp dedantörü ve bağlı hortumlar ile oynamayacağım.

20. sobaları emirde belirtilen saatler dışında yakmayacağım.

21. sobaları benzin, mazot, gaz vs. yanıcı ve parlayıcı maddeler ile yakmayacağım.

22. yanmış, patlamış ampülleri ilk amirlerime bildireceğim. kesinlikle kendim değiştirmeyeceğim.

23. koğuşta sigara içmeyeceğim.

24. araçlarda sigara içmeyeceğim.

25. garajda sigara içmeyeceğim.

26. araçlarda benzin ikmali yaparken ikmal yerinde sigara içmeyeceğim.

27. benzinliğe sigara ile yaklaşmayacağım.

28. yanık sigarayı görev odasına ve pencereden dışarıya atmayacağım.

29. ateşle cephaneyi yan yana ve yakınında bulundurmayacağım.

30. mermilerin tabanındaki kapsüllerle oynamayacağım.

31. terli terli su içmeyeceğim.

32. reçetesiz ilaç kullanmayacağım.

33. ecza dolabından müsaadesiz ilaç almayacağım.

34. yüzme bilsem dahi deniz, gölet veya her türlü akarsuya rütbeli personel başımda olmadan ve izinsiz girmeyeceğim.

35. hamamda arkadaşlarım ile şaka yapmayacağım.

36. kalorifer kazan dairesine inip vidalarla oynamayacağım.

37. teknik arızalı tüm cihazlara dokunmayacağım ve ilk amirime haber vereceğim.

38. kesici, delici ve küt cisim maddelerle şaka yapmayacağım.

39. her türlü psikolojik sorunumu ilk amirime bildireceğim.

40. ailevi problemlerimi ilk amirime bildireceğim.

41. parasızsam amirimden isteyeceğim.

42. araçların yanında ve altında yatmayacağım.

43. göreve çıkarken araç üstü avadanlıklarının tam olup olmadığını kontrol edeceğim.

44. araç komutansız garajdan çıkmayacağım.

45. araçların kontak anahtarlarını ve direksiyonunu kimseye vermeyeceğim.

46. aracın tonajını geçen yük ve yolcu taşımayacağım.

47. önümden giden aracı yarı kadar mesafeden takip edeceğim.

48. önümden giden aracı, karşı istikametten gelen aracın mesafesini, süratini, yol durumunu ve arkadan gelen araçların durumunu dikkate alarak geçeceğim.

49. ambulans gibi kapalı araçların içinde çalışırken uzun süreli oturmayacağım ve uyumayacağım.

50. emir verildiği takdirde emredilen kilometrenin üstünde sürat yapmayacağım.

51. mutfakta ve çamaşırhanede sorumluluğuma verilen makineleri talimatına göre kullanacağım, sorumluluğum harici malzemeleri kullanmayacağım.

52. mutfakta ve çamaşırhanede sorumluluğuma verilen makinelerin başka personel tarafından kullanılmasına müsaade etmeyeceğim.

53. mutfakta et, sebze doğrarken dikkatli olacağım ve elimde bıçak veya kesici olan aletlerle arkadaşlarımla şakalaşmayacağım.

54. et, kıyma makinasını kullandığımda et emniyet hunisini takarak, tahta ve tokmakla etleri iteceğim.

55. mutfakta kullandığım bıçak, satır vs. gibi aletlerin işi bittikten sonra yerlerine koyarak kazalara sebep olmayacağım.

56. hamamda daima kayabileceğimi düşünerek itinalı yürüyeceğim.

57. taşıyamayacağım kadar ağır ve geniş boyutlu malzeme içinde kaynar su, benzin, vs. gibi yanıcı ve akıcı maddeler bulunan taşıması tehlikeli olan kapları taşımayacağım.

58. elektrik direklerine tırmanmayacağım.


Askeriyemizde son yıllarda öne çıkan “misyonerlik” endişesi de aslında dünyaya Taylorist gözlükle bakmanın bir neticesidir. Kendini toplumun mühendisi olarak görenler için halk güdülmesi gereken bir kitledir. Talimatlarla yönetilemeyecek kalabalıklar aslında tehdittir. Maddi imkanları geniş, siyasi, kültürel etkileri fazla olan “başka toplum mühendisleri” (yani misyonerler) bu kitleyi kolayca etkileyip yönlendirebilirler. O yüzden bu dış etkenlerle mücadele etmek gerekir. Halkın bilinçlendirilmesi asla düşünülmez zira bu (onlara göre) hem zaten mümkün değildir, hem de mümkün olduğu anda kendilerine dönecek yeni bir tehdit olacaktır.

Yine devlet mekanizmalarından bir örnek olarak diyanet işlerinin uygulamalarını gösterebiliriz. Yaklaşık seksenbin camide devletin memuru olarak görev yapan imam ve müezzinler de dev makinanın şuursuz parçaları gibi görülür. Şuurlu hareketleri tehdit olarak algılanır. Namaz kıldırmak, ezan, mevlit okumak gibi standardize edilmiş fiiller dışına çıkmaları istenmez. 28 Şubat süreciyle başlayan bir uygulamayla Ankara’da Cuma namazı öncesinde vaaz bile veremez cami imamları. Onların yerine merkezde “güvenilir” bir imamın sesi, üzerinde kocaman “Aselsan” yazan elektronik aksamla cuma cemaatine dinlettirilir.

Herhalde Taylor artık heryere kolayca monte edilebilen kameraları, tamamen tarassut altına alınabilen iletişim araçlarını, parmak izi okuyucularını, retina tarayıcılarını görse çok mutlu olurdu!.. Ve tabi zamanın çok ötesine geçmiş büyük sanatçı Charlie Chaplin’de yine modern zamanlar filminin sonunda iyimserlikle cevapladığı soruyu belki tekrar sorardı: Çabalamaya gerek var mı?