11 Ocak 2011 Salı

Provake Edilmiş Kollektif Bir Cinnetin Sarsıcı Hikâyesi






Hotel Ruanda filmi, Ruanda katliamından tam on sene sonra 2004 yılında çekildi. Katliam esnasında yaşanmış gerçek bir hadiseyi sinema diline döken bu sarsıcı film, üç dalda akademi ödüllerine aday gösterildi. Amerikan film enstitütüsünün bütün zamanların en ilham verici yüz filmi listesine aldığı film, seyreden herkes üzerinde kuvvetli tesirler bırakan bir film olarak sinema tarihine geçti.
Sinema filmlerinde tecrübeli seyirciye asıl tesir eden, alt metinler ve kullanılan semboller oluyor. Hotel Ruanda filminin batılı yapımcılarının tespit ettiği hakikatler ve bunları hem doğrudan hem de semboller vasıtasıyla anlatış biçimleri takdire şayan. Naçizane, filmde yakaladığımızı düşündüğümüz birkaç ilginç noktayı küçük yorumlar eşliğinde paylaşmak istiyoruz.

Filmin İrlanda’lı yönetmeni Terry George, sadece oryantalist bakışından kurtulup meseleyi sömürülen halklarının gözünden ele alıyor. Bununla da kalmayıp ortalama üçüncü dünya aydını kavrayışının da ötesine geçen müthiş bir kavrayışla bize kendi hikayemizi anlatıyor.

Film, batının tüm üstyapı kurumlarına neredeyse tapacak derecede hürmet ve muhabbet gösteren Ruanda’lı otel müdürü Paul Rusesabagina’nın şahsında, ortalama bir üçüncü dünya ülkesi vatandaşının hayata bakışını anlatarak başlıyor. Ceketiyle, kravatıyla, ütülü gömleğiyle, batılı “efendilerin” yaptığı gibi belli bir “puro” markasına kıymet vermesiyle batılılarla paylaştığı zemini daha genişlettiğini düşünen bir otel müdürü izliyoruz. “Stil” kelimesi öne çıkıyor. Aslında otel müdürünün övüp göklere çıkardığı “stil” batı dünyasının kabuğunda görebildiğimiz her şey. Müdürün, bir statü belirleyicisi sandığı şuursuzca bağlılığın, ülkede üst düzey askeri bürokratlar, zengin iş adamları gibi diğer ileri gelenlerce de paylaşıldığını görüyoruz.

Batılılarla temas alanı nispeten geniş olan iş adamları ve bürokratlar, “batılılıkları” ile kendi halklarının içinde müstesna bir mevki kazandıklarını düşünmekle kalmıyor, yeterince medenileşememiş vatandaşlarına kimi zaman küçümseyen, kimi zaman acıyan nazarlarla bakıyorlar. Hatta yer yer kendilerine, “vahşi vatandaşlarını ıslah etmek” gibi bir misyon dahî belirliyorlar.
Yönetmen, sömürgecilerin dünyanın değişik bölgelerinde uyguladıkları yöntemlerin ortak paydasını incelikle anlatıyor. Sömürülecek ülkede sömürgeci güçlere yardımcı olmak üzere bir azınlık grubu tespit ediliyor. Bu gruplar, bazen ideolojilerine, bazen dinlerine, olmadı mezheplerine ve nihayet -ekseriyetle- ırklarına göre seçiliyor. Azınlık teşkil eden gruplar, sömürgeci efendiler eliyle, çoğu kez de kanlı yöntemler vasıtasıyla iktidara getiriliyor. İktidarlarının hiçbir meşru temeli bulunmayan gruplar, tahtlarının biricik güvencesi gördükleri sömürgeci güçlere bir avcı köpeği sadakatiyle bağlanırken, mevcudiyetlerine tehdit olarak algıladıkları kendi halklarına zulmetmekten de geri durmuyorlar.

Mısır’dan, İran’a, Suriye’den Libya’ya kadar birçok ülkede, daha ilk bakışta derhal teşhis edilebilecek kadar klişeleşmiş bu sömürgecilik yöntemi, ne acıdır ki sömürge aydınları için her daim bir muamma (!) oluyor. Kendi halkına oryantalist gözlüklerle bakmayı hayat tarzı olarak benimsemeye gayret eden elitler, elbette baktıkları yerde hakikati deği,l hakikatin çarpıtılmış bir versiyonunu görüyorlar sadece.

Gözünü para hırsı bürümüş iş adamlarının nasıl kolayca, sömürgeci değirmenine su taşımaya başlayacakları da filmde çok güzel vurgulanıyor. Bir katliam tasarımında kendilerine biçilen rolü gayet mâhirâne oynayan iş adamları, kendi halklarının, belki anne-babalarının, belki yavrularının kanlarını dökecek, müthiş işkenceler altında tarifsiz acılarla ölmesine sebebiyet verecek silahları ülkeye ithal edebiliyor. Bu rezil ticaretin, vicdanları nasıl rahatsız etmediği, nasıl kanatmadığı da incelemeyi hak eden bir konu olarak ortaya çıkıyor.

Bugün Ruanda katliamının acı hatıralarının segilendiği müzeler var. Buralarda yukarıda bahsettiğimiz tüccarlarca Çin’den tanesi on sent gibi düşük fiyatlara alınmış palalarla kafatasları parçalanmış küçücük masum çocukların acı içinde takallüs etmiş cesetlerini görmek mümkün. O çocukların dökülen kireçle bembeyaz kesilmiş küçücük bedenleri, bu tarifsiz acılar yaşanırken korkunç cinayetlere bigâne kalan bir umursamazlık çağının, bunların olmasına müsaade eden insanlığın günahlarının tecessüm etmiş hali gibi adeta...

Umursamazlığın bir kanser gibi sardığı çağımıza bakınca Aldous Huxley’in 1931’de ortaya attığı karanlık gelecek tasavvuru gerçekleşmiş gibi görünüyor. Bu öylesine yaman bir hastalık ki adeta herkesi kuşatıyor. Filmde bu mevzuya da göndermeler var. Cevval bir batılı muhabirin, çektiği katliam fotoğraflarının batı televizyonlarında gösterilecek olmasına memnun olan, bundan bir kurtuluş ümidi yeşertmeye çalışan otel müdürüne boşuna heveslenmemesi için söylediği şu sözler gibi: “İnsanlar bu görüntüleri gördükleri zaman, aman tanrım bu korkunç diyecekler, sonra yemeklerini yemeye devam edecekler.”

Yine umursamazlığa vurgu yapılan başka ilginç bir sahne de otel müdürünün oğlunu, evinin bahçesinde kanlar içinde bulduğu, kucaklayıp evine getirdiği ve nihayet çocuğun üzerine bulaşan kanların çocuğa ait olmadığını anlayıp da rahatladığı sahne. Babası rahatlasa da yaşadığı dehşetin tesiriyle içine kapanan, dili tutulan çocuk film boyunca içimizi sızlatan bir motif oluyor. Burada da babanın rahatlaması her ne kadar insanî bir refleks gibi görünse de “onun kanı değilmiş” sözleri, başkasının kanını daha az umursamayı işaret eden sözler. “Önemli olan ailedir” sözü gibi “onun kanı değilmiş” sözünün de yanlışlığı filmin ilerleyen dakikalarında ortaya konuyor. Bu sözlerin sahibi otel müdürü, ailesinden de, kendi kanından da olmayan bine yakın insanın hayatlarını kurtarma pahasına kendi hayatını riske atıyor.

Filmin belki de en vurucu sahnesi, otel müdürünün, hayat tarzlarına hayran olduğu, ahlaklarından şüphe duymadığı, o çok güvendiği batılıların onları bir kanlı cinnetin ortasında ölüme terkedip gittiklerini öğrendikten sonra kanlı gömleğini değiştirmek için odasına gitmesiyle başlıyor. Temiz gömleklerinden birini sırtına geçirip, batılılığının simgesi kravatını bağlamaya çalışırken öyle bir an geliyor ki artık Paul sükunetini muhafaza edemiyor. Önce kravatını, sonra gömleğini parçalayarak çıkarıp atıyor. Kanlı olanın, gömleklerden biri değil de, belki gömlek giyerek ulaşmaya çalıştığı “medeniyet” olduğunu anladığı müthiş bir an bu. Filmin başrol oyuncusu Don Cheadle bu sembolik sahneyi unutulmaz bir performansla adeta hafızalarımıza kazıyor.

Otel müdürü Paul’ün, otel personeliyle ilişkileri üzerinden dikkat çekilen noktaları da tespit etmek gerekiyor. Müdür, personele otelin seviyesinin düşürülmemesi ile ilgili bir nutuk çekiyor. Dışarıda bir katliam süregiderken ve insanlar çaresizce sıkıştıkları bir çıkmazda ölümü beklerken yapılan bu anlamsız istek, müdürün aldığı batılı terbiyeyle izah edilebilir belki. Kendilerini ölüme terkeden batılılar yağmurdan zarar görmesin diye son adımlarında bile şemsiye tutmaya çalışan zenci kominin davranışı ile bu davranış bir paralellik arzediyor sanki. Dünyanın tüm geri kalmış ülkelerinin, ancak batı medeniyetin geçtiği safalardan bir bir geçerek, batının ayak izlerini takip ederek “yükseleceği” kabulü, bu ülkelerin aydınlarını “muasır medeniyetler seviyesine ulaşma” şeklinde formüle edilen bir hedefe taşıyor. “Seviyeyi yükseltme” fikri çerçevesinde yoğunlaşan gayretler, aslında her alanda düşük seviyeliliğin, ezikliğin, eksikliğin, yetersizliğin zımnen kabulü anlamını taşıyor.

Otel personelinin kendisini idareci olarak tanıması için müdür Paul’un müdürü olduğu otelin Belçika’daki sahiplerinden bir belge istemesi de, daha sonra o belgeyi yırtarak çalışanlarına mesaj vermesi de ibretlik sembollerden. Sömürgelerde idarecilerin meşruiyet problemi yaşadıklarını, yahut özellikle böylesine bir problemi yaşaması muhtemel kişilerin sömürgecilerce idareci yapıldığını yukarıda anlatmıştık. O belgeyi yırttığı andan itibaren Paul, Hôtel des Mille Collines müdür yardımcısı olmaktan, tabiî bir lider olmaya terfi etmiş oluyor. Bir yerde Paul’un ağzından dökülen “bana onlardan biri olduğumu söylemişlerdi” cümlesi kandırıldığını anlayan Paul’ün derin pişmanlığını ve acısını gözler önüne seriyor.

Filmde kızıl haç gönüllüsü Pat Archer rolünü başarıyla oynayan Cara Seymour bize Filistin’de İsrail tankları altında can veren Rachel Corrie’yi hatırlatıyor. Onun katledilen çocukları seyretmeye zorlandığını anlattığı ve bir çocuğun “ne olur beni öldürmeyin, bir daha Tutsi olmayacağım” dediğini aktardığı sahne kalbi, vicdanı olan herkesi derinden sarsıyor. İnsanın annesini, babasını, ırkını belirleyemeyeceği, bir kötü huy gibi terkedip değiştiremeyeceği hakikati havada öylece asılı dururken, hâlâ ırkçılık yapabilenlerin zavallı muhakemeleri, acınası düşünce tarzları gözler önüne seriliyor. Film seyircilerine, bir insan yavrusunu sırf filanın oğlu ya da kızı diye katledebilenlerin ancak bir tımarhanede yahut hapishanede mevcudiyetlerini sürdürmelerine izin verilebileceği gerçeğini bir kez daha hatırlatıyor.

Anlatılan “muz cumhuriyetlerinde” batı taklit edilerek kurulan uydurma düzenin, sahte devlet kurumlarının, aslında bir kandırmacadan ibaret bürokratik yapının derin bir tenkidi de filmde yerini buluyor. Hemen her türlü kanunsuzluğun rüşvet karşılığı yaptırılabildiği, parasının itibarî değeri bir anda sıfırlanabilecek bu sözüm ona “devletlerin” acınası hali bütün çıplaklığıyla sunuluyor.

Dikkatimizin çekildiği bir nokta da iç savaş kaosunda paramiliter güçlerin belirleyiciliği oluyor. En acımasız genarallerin bile savaş suçları mahkemesinde yargılanma endişesi taşıdığı bir ortamda, provake edilerek gözü dönmüş canilere döndürülmüş isimsiz gençlik çetelerinin her türlü vahşeti cezalandırılma endişesi bile taşımadan gerçekleştirebildiğini görüyoruz. Sürü psikolojisi içinde kontrolden çıkan hislerin, çete marşlarının gürültüsüyle bastırılan vicdan azabı sesinin, yanlışın, günahın, ayıbın, iğrencin, rezilin, müptezelin, kollektif bir cinnetin neticesinde normalleşmesinin insanı nasıl bir yıkıma götürdüğünü, nasıl meleklerle yarışma potansiyeli taşıyan insanı “esfel-i safilin” noktasında batırdığını müşahade ediyoruz.

Hotel Ruanda, içimizdeki insanî hislerin erozyona uğradığını hissettiğimizde tekrar tekrar seyredilebilecek bir film. Filmin yönetmeni “biz bir vahşet filmi çekmek istemedik” diyor. “İnsanlar bu filmi vahşet var, kan var diye seyretsin istemedik” diye sözlerine devam eden yönetmen, ulaşmak istediği hislerin daha derin daha ulvî, daha insanı insan yapan hisler olduğunu söylüyor. Gerçekten de kontrolden çıkmış, zulmün en karanlık anında zirveye çıkmış bir şiddetin anlatıldığı filmde işkence, katliam, tecavüz sahneleri yok. Sadece olanı biteni anlamamıza yetecek sembolik sahneler ve anlatımlar var. Bu filmi böylesine başarılı ve tesirli yapan belki biraz da bu tarafı.

Hiç yorum yok: